Toni Negri
Çeviren: Özgür Gökmen
körotonomedya (1999); Kamusal Alan içinde, derleyen Meral Özbek, 3. baskı, 475–485. İstanbul: Hil Yayın, 2015. İngilizcesi: Common Sense 21 (1997): 31–40.
Tam yirmi yıldır işler oldukça düzenli bir seyir izlemiştir –en azından, çok-uluslu sermayenin 1960’lardaki mücadeleleri ve Vietnam Savaşı’ndaki mağlubiyeti sindirdikten sonra, liberal politikalar ve post-endüstriyel modernleşme ile belirlenen kalkınma projesini yeniden uygulamaya koyduğu 1971–74 krizinden bu yana. Bunlar neo-liberalizmin kendisini dayattığı yıllardır: Fransa’da olduğu gibi, toplumsal protestonun etrafında kendini boş yere örgütlemeye çalıştığı, (örneğin 1986’daki gibi) bir dizi işçi sınıfı saldırısı ve –gayri-maddi emeğin isyanının ilk tezahürleri olan– öğrenci patlamalarının başarılarıyla aydınlatılmış olsalar bile, kurşuni yıllar. Fransa’da yaşanan Aralık 1995 önemlidir; çünkü, liberal dönemin siyasal, iktisadi ve ideolojik rejimiyle ilk kitlesel kırılmayı belirlemiştir.
Aralık 1995’teki mücadeleler neden böylesine güçlü bir kırılma noktasını temsil ederler? Onları niçin yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki karşı devrimin sonunun başlangıcı olarak görebiliriz?
İnsanlar bu sorulara cevap vermeye başladılar ve cevaplar da genellikle ilginç. Aşikar bir şekilde, küreselleşme ve birleşmiş bir Avrupa’nın inşası sürecinin, özellikle Fransa’da, artan bir biçimde bilincine varılmıştır. Yeni başkanlığın Cumhuriyetçi taahhüde ihanet ettiği hissi doğmuş ve toplumsal emeğin yeniden örgütlenmesinin neden olduğu bir dizi çelişki –hareketlilik, esneklik, emek pazarının kırılması, dışlanma, vb– oluşmuştur. Aynı zamanda, refah devletinin krizi söz konusudur. Bütün bunların, mücadelenin oluşum ve radikalleşme sürecinde doğrudan yansımaları olmuştur. Bana önemli görünen, içinde bir sürü farklı talebin oluştuğu yeni bağlamı tanımlamaktır: Bu, mücadelenin proletaryanın tüm yeniden üretim koşullarının disiplin ve denetiminin bütün kurallarıyla çatıştığı ölçüde, “biyopolitik” bir bağlamdır. Kısaca özetleyecek olursak, mücadele evrensel anlamını kazanır; “liberalizm ya da barbarlık” arasındaki diktatoryal tercihi reddettiği ve tartışılabilir eylem olanaklarının yeni eşiği ile yeni bir dünya arzusunun ifadesini önerdiği ölçüde, “genel çıkar” mücadelesi halini alır.
Ne var ki, bunları söyledikten sonra, ancak yeni bir soru sorarsak bu mücadelenin temsil ettiği dönemsel kırılmanın radikalliğini ve önemini anlamakta başarılı olacağız: Baş rolü oynayan kimdi? Bu mücadelenin hegemonik öznesi kim olmuştur? Çok kısa bir sürede, talep temelli bir mücadeleyi küreselleşmiş kapitalist kumandaya karşı siyasal bir mücadeleye dönüştürmeyi başarmış toplumsal katmanın doğası nedir? Ve neden? Mücadelenin yayılmasına ve siyasallaşmasına yol açan maddi unsurlar nelerdir?
Başlangıç için bir cevap vermek kolay: Bu mücadelelerin kahramanları “kamu hizmetleri çalışanları” olmuştur. Demiryollarında, yeraltında, telekomünikasyonda, posta hizmetlerinde, hastanelerde ve okullarda, ya da enerji sektöründe vb, mücadeleyi başlatan ve ona yön veren ve aslen yerel yüzeyde başlamış olan taleplere genel bir ofansif anlam veren bu işçiler olmuştur. Ancak kendimize bugün bu sektörlerin, gelişmiş kapitalizmin siyasal ve üretken aygıtı içinde, temsil ettikleri şeyde yeni olanın ne olduğunu sormadıkça, bu ilk cevabın özel bir önemi olmaz. Kastettiğim şu ki, işçi sınıfı mücadeleleri tarihinde metaların dolaşımını engelleme yeteneğinin siyasal çatışmalar başlatmada hayati olduğu eski dönemler olmuştur (özelde, demiryolu işçilerinin grevleri, işçi sınıfı ayaklanmalarının tarihi boyunca yaşanmıştır). Bugün, bununla birlikte, gelişmiş sermayenin örgütlenmesi içinde, –ulaşım, telekomünikasyon, eğitim, sağlık ve enerji gibi kamu hizmeti sektörlerindeki işçilerin– üretim sistemine tayin edici bir siyasal güçle saldırma yeteneği, diğer tümünü dışlayacak bir biçimde belirleyici olmaktadır. Thatcher ve Reagan, liberal stratejinin şu güçlü ateşleyicileri, yeniden yapılanmanın erken evresinde, enerji sektöründe ve hava taşımacılığı sektöründe siyasal[laşmış] işçi örnekleri yaratmayı tercih ettiklerinde bunun farkındaydılar. Öyleyse, tüm bunları nasıl açıklayacağız?
Bayağı cevaplardan kaçınmak istiyorsak, önce gelişmiş kapitalizmin yapısında ulaşımın, telekomünikasyonun, eğitimin ve enerjinin –diğer bir değişle, temel kamu hizmetlerinin– artık sadece metaların dolaşımının bir anını ya da zenginliğin yeniden üretiminin bir unsurunu temsil etmediğini; daha ziyade, üretimin kendisini yapılandıran küresel biçimi inşa ettiğini kabul etmeliyiz. İnsanlar bize defaatle üretimin dolaşım halini aldığını, “tam zamanında” çalışmamız gerektiğini, işçinin toplumsal zincirde bir bağ olması gerektiğini anlattılar. Eh, kamu hizmetlerindeki grevciler, dolaşım bağlarının biri üzerinde bir etki yaratarak, nasıl tüm üretim ağını etkilemeye muktedir olduklarını; zarfa karşı hareket ettiklerinde, mazrufun nasıl tepkimeye girmek zorunda olduğunu gösterdiler. Ve sadece üretim yapılarından değil, ama onlar dolayımıyla görünebilir olan öznel güçlerden söz ettiğimiz için, kamu hizmetlerinde çalışan işçilerin mücadelelerinin, başlangıcından itibaren, neden işçilerin bütününü “temsil ettiği” ve neden işgal ettikleri stratejik alanda, mücadelelerinin üretim sisteminin küresel bütünlüğüne ve onun yeni toplumsal ve siyasal boyutlarına yönelik acil bir saldırı olduğu açıkça görülebilir.
Bu mücadeleyi “reaksiyoner” ve “muhafazakar” olarak tanımlayanlara ve özellikle üretim sürecinin nesnel bir çözümlemesine taraf olanlara, bu yüzden kendi referans çerçevelerinde doğrudan cevap verebiliriz. Bu mücadeleler ve kahramanları, tam tersine, yeni üretim tarzı içinde merkezi ve belirleyici bir yere sahiptir: Mücadeleyi kapitalist “reform”un gerçekten belirleyici noktasına yönelik olarak yürütmüşler ve bir tek bu nedenden ötürü, anlık olarak onun önünü tıkamışlardır.
Fakat mücadelenin kahramanları yalnızca işçi sınıfı değil, daha genel olarak kamu hizmetlerindeki işçiler olmuştur. Mücadelenin kahramanları, aynı zamanda, Paris’te ve Fransa’nın kasabalarında işe gitmek için, ya da basitçe dolaşmak için, aşırı ölçüde zor koşullarda, savaş zamanlarındaki kadar zorlu çabalar sarf etmiş olan bir milyon erkek ve kadın olmuştur. Medya bu çabaları, bu yorucu, zor ve sıkıcı işi, aşırı bir hevesle betimledi –önce ulaşım “kullanıcıları”nın isyanını örgütlemeye yönelik bir teşebbüsle ve ardından bu teşebbüs kitlesel olarak reddedildiği zaman, grev nedeniyle ortaya çıkan sıkıntı hakkında ahlak dersi verirken, insanların davranışlarının sivilliği ve muhabbetine dikkat çekmek için. Bununla birlikte, sanayi sosyolojisi, neo-liberal ideoloji ve devlete ilişkin her kumaştan literatür, yıllardır bize sanayi sonrası toplumda kullanıcıların kendilerinin hizmetlerin üreticileri olduğunu söylemiyorlar mı? Öyleyse, bu ideoloji üreticileri nasıl oluyor da şimdi kullanıcılar cemaatini kamu sektörü işçilerinin karşısına almaya ve mümkün olan tüm imkanları kullanarak, onları ayrı cemaatler halinde bölmeye teşebbüs ederek kendileriyle çelişmeye başlıyorlar?
Aslında, kullanıcılar kamu hizmetlerinin “ortak üreticileri”dir. Birçok anlamda, azami edilgen tüketimden ve asgari karşılıklı etkileşimden, asgari edilgen tüketim ve azami karşılıklı etkileşime kadar, “ortak üreticiler”dir. İlk olarak enerji hizmetlerinin kullanıcılarını sayabiliriz, daha sonra da telekomünikasyon, eğitim ve sağlık hizmetleri kullanıcılarını. Bugün mücadelede bu “ortak üretim” çok gelişmiş bir bilinçlilik düzeyi sergilemiştir. “Kullanıcılar”, kendileriyle birlikte hizmetleri üreten işçilerin mücadelesinde kendi çıkarlarını görmüşlerdir. Hizmetler ortak ürünse, özünde kamusal olan ortak ürünlerdir. Burada çatışan çıkarların olabileceğini ya da hizmetlerin üretiminde arz ve talep arasında çelişkiler olabileceğini inkar etmiyorum; yalnızca, bu çelişkilerin de kamusal bir boyutta yer aldığına işaret ediyorum. Bu yüzden, hizmet sektörü işçileri mücadelelerini savunmaya ve üretimlerinin kamusal niteliğinin olumlanmasına çevirdiklerinde ve böylece tanınmasını talep ettiklerinde, “kullanıcılar” kendilerini tamamen bu mücadelenin “ortak üreticileri” olarak gördüler. İnsanların karda yürüdükleri uzun mesafeler, otostop, kuyruklar, sonu gelmeyen bekleyiş, bu yüzden mücadelenin safhaları olarak görülmelidir. Grev gücünü, yalnızca gürültülü sendika gösterileriyle değil; ama hepsinin ötesinde, sabah işe giderken ve akşam geri dönerken yaşanan neşeli geçit törenleriyle ortaya koydu. Bu “bir vekil marifetiyle gerçekleştirilen bir grev” değildi, toplumsal hayatın tamamını kucaklayan, yayılmış ve gündelik gerçekliğin parçası olan bir grevdi. Mücadele halindeki proletarya tarafından icat edilen grevler lügatına (sektörel grevler, genel grevler, sendikanın izni alınmadan yapılan grevler, oturma grevleri, vs…) artık yeni bir terim eklemeliyiz, büyük şehir grevi.
Şimdi daha yakından bakalım. Mücadelenin büyük şehirde “ortak üretimi”ne dikkat çekerken, devrimci değerliği olan bir “kamusal” kavramı tanımlıyoruz. “Kullanıcılar”ın hizmetlerin işlevlerine –ve aynı zamanda grevde olmasına– ilişkin ortak sorumluluk hislerinde, “idarenin yeniden kazanılması” eylemi etkin bir biçimde görülmek zorundadır. Doğrudan ve alt üst edici bir eylem. Bu eylemin doğasının bilincine varıldıktan sonra, düşünceler mutlaka bunun altında yatana yönelmelidir: Kamu hizmetinin ve böylece çok geniş bir düzeyde, herkese ortak olan bir şey olarak, bunun yönetiminin ve üretken işlevlerinin teşhisine. Dilden demokratik yönetime kadar bütün işbirliği ürünlerinin herkese ortak olması gibi ortak olan. “Kamusal”ın, “devletçi” tanımıyla artık hiçbir ilgisinin kalmadığı bir tanımı.
Devlet kapitalist yüzünü kamu hizmetlerini özelleştirmeye çalışırken açığa vurur. Mücadeleler, tam tersine, devleti ve sermayenin koruyucusu olan işlevini aşan alt üst edici bir yönü açığa vururlar. Bazıları “Fransız tarzı bir kamu hizmeti”ni önerdiklerinde bile, bugün çok az insanın, Direniş’in popüler güçleri ile anakronizmine rağmen varlığını halen sürdüren Gaullist teknokrasi arasındaki Fordist uzlaşma tarafından yeniden hayata geçirilen bu Üçüncü Cumhuriyet artığını savunmayı güvenilir bulacaklarına inanıyorum. Bizim için mücadeleler şu anlamı taşır: “Fransız tarzı bir kamu hizmeti” varlığını sürdürmeye devam edecekse, yönetimin yeniden ele geçirilmesinin demokratik dinamiği içinde, kamu hizmetinin yeniden inşasında hizmetlerin demokratik ortak üretiminin bir ilk deneyi olarak, kendini tamamen yeni terimlerle ortaya koyacaktır. Bu mücadeleler dolayımıyla, yeni bir sorunsal, kurucu olan bir sorunsal ortaya çıkıyor. Anlamamız gereken, kendilerini özelleştirmeden ve dünya pazarının kurallarından kurtarmasına müsaade ederek, aynı zamanda ulusal devletin eyleminin küreselleştiren ve doğrudan kapitalist işlevinden doğan ideolojik mistifikasyonundan da sıyırmasına izin veren “hizmetlerin” yeni “kamusal niteliği”nin ne anlama geldiğidir. Bu sorunsalın bilincine varmak mücadelelerde üstü örtük kalmıştır. Bu bilinç mücadelelerin alt üst edici potansiyelini temsil eder. Bunun da ötesinde, hizmetlerin, devlete ait ya da özel, bugün tüm üretim biçimlerinin “küresel biçimini” oluşturduğu doğruysa –üretim ve dolaşımın bütünlüğünde işbirliğinin rolünün nasıl merkezi ve örnek olarak gösterilmeye uygun olduğunu gösterdiği doğruysa– bu yeni “kamusal” kavramı toplumsallaşmış üretimde her yeni deneyimin paradigmasını inşa edecektir.
Özetlemek gerekirse: Kapitalist sistemin ve özel birikimin yeniden üretimine izin veren bir bakış açısıyla, devletin vasiliği altındaki etkinliklerin bir birliği olarak kamusal artık sonlanmıştır. Kendimizi yeni bir kamusal kavramıyla karşı karşıya buluyoruz. Başka bir deyişle, toplumsal ilişkilerin karşılıklı etkileşim halinde genişlemesinin, üretken öznelerce yönetimin yeniden ele geçirilmesinden ayrılamaz olması gibi; içinde zenginliğin gelişmesi ile demokrasinin gelişmesinin birbirlerinden ayrılamaz hale geldiği, karşılıklı etkileşim temelinde örgütlenen bir üretim kavramıyla yüz yüzeyiz. Sömürünün ortadan kalkması burada görünebilir olur; artık bir mit olarak değil, fakat somut bir ihtimal olarak ortaya çıkar.
Ancak “kamusal”ın bu yeni öznel boyutu sadece “toplumsal” işçileri, başka bir deyişle toplumsal hizmetlerdeki işçileri, etkileyen bir şey değildir. Görmüş olduğumuz gibi, [“kamusal”ın bu yeni öznel boyutu] hizmetlerin ortak üreticilerinin öznelliğini ve böylece çalışan tüm yurttaşları etkileyen bir şeydir. Mücadelelerin “Tous ensemble” (“Hep birlikte”) sloganı, bu yüzden yeni bir cemaati, tanınmaya uğraşan üretken bir toplumsal cemaati açığa vurmuş olarak okunabilir. Tanınma ikilidir. Bu bir yandan, hareket dolayımıyla devam eden yeniden düzenlemenin dinamiğidir –tüm işçilerin, duruşlarıyla üretken işbirliğinin asli belkemiğini oluşturan işçi sınıfıyla ortaklaşa yer aldıkları mücadele cemaatidir (ve bu sürecin ilk dinamiğidir). Talep edilen tanınma, ikinci olarak da, hizmetlerin mücadele halindeki cemaat ve zenginlik üretmek için çalışarak hizmetleri kullananlar tarafından yeniden ele geçirilmesinde havidir.
Bu yüzden mücadele meylettiği amacın önceden canlandırılması işlevini görmektedir: Yöntem –başka bir deyişle, kazanmak için “birlikte olmak”– nesnel hedefin önceden canlandırılmasıdır, yani kapitalizmin dışında ve ona karşı olarak zenginlik yaratmak için “birlikte olmak”.
Burada, yaşadığımız mücadele içinde ve özellikle de kamu hizmetlerinin içerildiği alanlarda, “cemaat” kavramının önemli eklemlenmelerle zenginleştirildiğini göstermekle ilgileniyorum. Cemaat kavramına, alt üst edici tahayyül içinde bile ve özellikle burada, sömürünün somut eklemlenmelerini, onları toplumsal öznelerin birlikteliğine ait bütünlüğün, birleşme ve üretim sürecinin çelişkili eklemlenmesinden ziyade, işlevin birliği tarafından verilen bir şekle düzleyerek bulanıklaştıran bir şey gözüyle bakılır. Çözümlediğimiz mücadele sürecinde, ilk kez aşırı bir şekilde eklemlenmiş olan bir cemaat, içinde çeşitliliğin tüm niteliklerini bulunduran –ve bütün bir üretken varlık olarak kendisini iktidara karşı konumlandıran– bir Gemeinschaft gördük.
Hareket üzerindeki düşüncemiz bizi bu yüzden, “kamusal”ın, eklemlenmelerinin zenginliği sayesinde , üretim düzeyleri ile kumanda düzeyleri arasında bir ayrım gerektirmeyen toplumsal işlevlerin bir birlikteliği olarak düşünüldüğü, daha yüksek düzeyde üretken örgütlenmeye geçiş sorununu ortaya koymaya itiyor. Tam tersine, üretken işlevin içinde kumandanın yeniden ele geçirilmesi ve toplumsal ilişkilerin inşası, bundan böyle bir süreklilik oluşturuyor. Otonom bir toplumsal cemaate, komünizme geçiş sorunu, artık sadece devlete karşı mücadele biçiminin tanımında bulunmayacak; ama tam tersine, esasen oluşacak cemaat tarafından üretken işlevlerin yeniden ele geçirilmesini mümkün kılacak süreçlerin ve biçimlerin tanımında bulunacak.
“Tous ensemble” komünizme geçiş projesidir. Bu mücadeleler, şeylerin bugünkü halinin gerçek dönüşüm hareketini yeniden kendi adıyla çağırmaya başlamamızı mümkün kılıyor. Ve muhayyilemizde gerçek hareketi ve tarihin gelişimini yeniden şekillendirmek için yapılması gereken iş çokken, bir yandan da, tutkuyu tercüme eden ifadeler aracılığıyla, hareketin ütopyasına şekil vermeye başlayabiliriz.
“Tous ensemble” sloganı hareket tarafından, konjonktürel bir biçimde, özel sektördeki işçilerin grev hareketine katılmaları için bir davet olarak atıldı ve benimsendi. Sloganın tedricen kendini nasıl dönüştürdüğünü gördük. Ancak ilk davetin, ilk kullanıldığı biçimiyle, yüz üstü bırakıldığı doğrudur. Neden? “Kanuni olarak” tanımlanmış ekonominin özel sektörüne mensup işçilerin mücadeleye katılmamış olmaları nedendir?
Özel sektördeki işçilerin greve gitmedikleri gerçeğini açıklamak için söylenenler, gerçekçiliğe dayandırılmaktadır: Bunlar, ücretli iş gücünün (bireyselleştirilmiş ve bu yüzden grev eylemi durumunda patronlardan gelecek doğrudan baskıya tabi bir iş gücünün) yapısına ilişkin mazeretlerden, özel sanayi ve hizmet sektörlerinde sendikacılığın krizinden kaynaklanan mazeretlere dek uzanır. Bu açıklamalar, tüm gerçekçiliklerine rağmen özel teşebbüsün yapısal bir unsurunu unuturlar –bunun içinde üretken yapıyı kamusal hizmet yapısına dönüştürme eğilimi açık değildir; bir yandan imalat sanayinin süren güçlü varlığı ve öte yandan özel kar kurallarının meşum üstünlüğü sayesinde gizli kalır, sıklıkla mali modeller aracılığıyla yeniden yorumlanır. Belki de bu, imalata bağlı üretken işlevlerin binbir şekilde yok olma yolunda olduklarını söyleme anıdır. Ve bunun bir sonucu olarak imalat alanı içindeki işçi sınıfı katmanı işsizlik şantajına en duyarlı ve bu yüzden de en güçsüz olan kesimdir. Ofansif mücadeleler örgütlemeye daha az muktedir olmalarının nedeni kesinlikle budur. Bu an itibarıyla bir paradoksa yakalanmışlardır: Mücadeleye girdikleri anda, bunu aynı zamanda bugün ücretlerini aldıkları üretim yerlerini tahrip etmek için yapacaklardır. Bir anlamda, daha önceki bir çağda, Fransız devriminin köylülerine benzerler: Tabi oldukları üretim sisteminin değil, içinde ezilecekleri bir başka üretim sisteminin zaferini temin etmek için mücadele ediyorlar.
Ne var ki bu yorum, ancak özel imalat sektörü içide yer alan işçi sınıfı için uygundur. Özel sektöre bir bütün olarak bakarsak, hizmet şirketlerinin gittikçe daha çok boy gösterdiğini göreceğiz. Büyük imalat kaygıları, doğrudan ve dolaylı üretken işlevlerini kitlesel bir şekilde gittikçe daha çok “kaybediyorlar”. Bunları ticari hizmetlere indirgiyor ve toplumsal üretim bağlamına sokuyorlar. Özel sektör içinde kamusalın yeniden keşfi ve böylece yeni proleteryanın yeni baştan biçimlenmesi mümkündür. Özel sektördeki işçi sınıfı unsurlarının, temel nitelikleri olarak esneklik ve mekansal hareketliliğe kavuştukları alanlarda mümkündür. Diğer bir deyişle, kamu sektöründe olduğu gibi, temelde toplumsal işbirliğinin sömürülmesi dolayımıyla karın oluştuğu alanlarda.
Aralık 1995’teki mücadelelerde, özel sektörün mücadeleye girmesi için çıkarılan davet, gecikme ve karmaşa tarafından belirlendi. Bu davet özel imalat sektörünün işçilerine geleneksel bir yakarış şeklinde yapıldı. Oysa mücadele sürecinde kendilerini kamusalın yeni kavrayışı içinde ve böylece üretken toplumun inşasında ve demokratik yönetiminde zenginlik üretiminin kolektif olarak yeniden ele geçirilmesinde tanımlama fırsatını ele geçirenlerin, işçi sınıfı ve hizmet sektörlerinin, hatta özel hizmet sektörlerinin işlemcileri olduğu ortaya çıktı.
Şimdi Aralık mücadelesinin öznesini tanımlama işine geri dönebiliriz. Eğer yapay bir düzeyde kalınırsa, “kamu hizmetleri”ndeki işçilerle ilgilendiğimiz söylenebilir. Daha yakından bakıldığında, bu işçiler “toplumsal işçiler” olarak belirirler –diğer bir deyişle, toplumsal ilişkilerin üreticileri ve böylece zenginliğin üreticileri olarak. Üçüncü ve daha yakından bir bakışta, bu tanımlama, hizmetlerin müşterilerinin, başka bir deyişle genel olarak yurttaşların, mücadelenin ortak üretiminde etkin oldukları gerçeği ile güçlenir. Dördüncü olarak, bu hizmetlerin niteliksel olarak kamusal oldukları gerçeğinin, onları sömürünün ve bu yüzden bunlar dolayımıyla ofansif mücadelelerin geliştirilebileceği yeni çelişkilerin stratejik hattı kıldığı açığa çıkar. Beşinci olarak, özel sektördeki hizmet işçilerinin (başka bir deyişle, özel sektördeki, hizmete yöneltilen, işçilerin çoğunluğunun) bu mücadele döngüsüne çekilebileceği açıktır.
Ancak, “toplumsal işçi” gayrimaddi bir işçidir. Öyledir, çünkü hayli eğitimli bir unsurdur, çünkü işi ve çabası esasen entelektüeldir, çünkü etkinliği kooperatiftir. Bundan böyle toplumun ve iktidar yapılarının merkezinde bulacağımız, linguistik eylemlerden ve kooperatif etkinliklerden oluşan bir üretim olacaktır. Öyleyse toplumsal işçi, işin yeni entelektüel ve kooperatif yapısına katıldığı ölçüde gayrimaddi olacaktır.
Ancak işin bu yeni doğası, hala “bios”tur, ihtiyaçlardan ve tutkulardan, tikelliklerden ve birbirini izleyen kuşaklardan oluşan bütün bir hayattır. Aralık mücadelesine katılanlar, mücadele ve hedefleri dolayımıyla, tüm karmaşıklığıyla hayatın tamamının, hem mücadelenin hedefi, hem de öznelliğin üretimi –ve böylece toplumsal işbirliğinin sermayenin gelişimine köle olmasının reddi olduğunu gösterdiler.
Herhangi bir durumda, grevci işçilerin hükümete söyledikleri gibi, birleşik emeğin bu kolektif entelektüel doğasına uygun özgürlüğü tanımak istemezseniz, kısa bir süre sonra onun gücünü tanımaya ve bunun kaçınılmaz olduğunu kabul etmeye mecbur bırakılırsınız –ve bu gerçekliği bütünüyle hesaba katmadıkça, sizin için ücretler, toplumsal yeniden üretim ve siyasal-ekonomik anayasa üzerinde pazarlık yapmanın imkansız olduğunu görürsünüz!
Telekomünikasyon ve eğitim, gayrimaddiliğin bakış açısından, karşılıklı etkileşen kamunun, “bios”un en önemli sınıf sektörleridir –burada Marx’ın gelişmiş kapitalizmde temel unsur olarak gördüğü Genel Akıl, kendini bios olarak ortaya koyar. Eğitim süreçlerinde emek gücü, kendisini kişinin hayatı boyunca ve gelecek kuşakların hayatları boyunca, sadece etkin tikellikler arasındaki değil, bunlar ve dünya, onu saran Umwelt [çevre] arasındaki tam karşılıklı etkileşimde, devam eden bir süreç olarak inşa eder ve yeniden yapılandırır. Telekomünikasyonun yakında üretken simgelerin, kooperatif dillerin dolaşımının bütünlüğünü temsil edecek olması verili olduğundan, telekomünikasyon böylece insan beyinlerinin yeniden kendilerine mal ettikleri bu sabit sermayenin harici yönünü oluşturur. Öznelliğin üretim süreçlerinin, üretken öznelliklerin köleleştirilmesi süreçlerine ve artı değer karının oluşturulmasına karşı çıkması, eğitim ve telekomünikasyon dolayımıyla gerçekleşir. Yeniden ele geçirme biçimleri üzerindeki mücadele, bu yüzden eklemlenmeler üstünde yoğunlaşır –çünkü eğitim ve telekomünikasyon, kamu hizmeti olarak üretimin en yüksek noktasını ve en açık yapısını temsil ederler.
Aralık 1995’teki mücadeleler, devrimci kuram için müthiş bir meydan okumadır. Burada hem maddi, hem gayrimaddi sektörlerdeki işçiler hegemonik olmuşlardır –diğer bir deyişle, üretken niteliklerinin bütünlüğünde toplumsal işçi haline gelmişlerdir. Bunun sonucu olarak bu mücadeleler, gelişmiş kapitalizm, ya da tercih ederseniz, postmodern ve/ya da post-endüstriyel kapitalizm düzeyine yerleşmişlerdir. Hizmet sektörü işçileri, toplumsal üretkenlik meselesini ön plana çıkarırlar ve bunun gelişmesine karşı çelişkileri göz önüne sererler. Kapitalist kumandadan kurtulma sorunu ve kapitalist üretim tarzından özgürleşme sorunu, burada yeni biçimlerde sunulur. Çünkü burada sınıf mücadelesi kendini tamamen yeni bir şekilde sunar. Hizmet alanında çalışan insanlar ve hatta kısmen gelişmiş ekonomilerin özel hizmet sektörlerinde çalışanlar, devrim için mücadele alanına girmeye güçlü bir şekilde itilirlerken, imalat sanayi ve burada çalışan işçiler, sınıf mücadelesinin başlatılmasında ve önderliğinde sahip olmuş oldukları merkezi rolu kesinlikle kaybediyorlar.
Bu yüzden kuram bugün bu gerçeklikle yüzleşmek zorundadır. “Genel akıl” (başka bir deyişle hegemonik gayrimaddi ve entelektüel emek) ile “bios” (başka bir deyişle, yeniden ele geçirilmiş sabit sermaye olarak entelektüel emeğin artık tamamen parazite dönüşmüş kapitalist kumandaya karşı koyduğu boyut) arasındaki ilişki üzerinde genel olarak çalışılması gerek. Ama hepsinden önce kuramın toplumsal karşılıklı etkileşim ile bunun siyasal biçimlerini, üretim ile siyaseti, üretken güç ile kurucu gücü yakın olarak birbirlerine bağlayan ilişkiler üzerinde çalışması gerek. Lenin, kendi zamanında halihazırda, proletarya tarafından iktisadi olarak mal etme ile bu mal edişin siyasal biçimleri arasındaki ilişki sorununu orataya koymuştu. Kendi zamanında ve ilgilenmekte olduğu üretim ilişkileri içinde, gerçekçilik onun “diktatörlük” kavramının bir çözüm sunabileceğini düşünmesine yol açmıştı. Bununla birlikte, devrim ile teşebbüsü birleştirme gereğini ilk olarak kavramış olan adama iftira etmeden, bizim özgürleşme ütopyamızın onun önerdiğinden radikal bir biçimde farklı olduğunu söyleyelim. Bunu başarma ve konuştuğumuzun ne olduğunu bilme ihtimalimiz var; çünkü, üretim bugün sadece “demokrasi”nin inşa edebileceği ve yönetebileceği bir karşılıklı etkileşimler dünyasıdır. Demokrasi, üretenlere ait güçlü bir demokrasi; bugünkü işimizin ve çözümlememizin asli güdüleyici özü budur.
Devlete karşı “kamusal”ı kurmak, sermayenin parazitliğine karşı üretenlere ait bir demokrasi temelinde çalışmak, üretiminin karşılıklı etkileşebilirliğinin (hizmetlerin gelişimiyle açığa çıkan) siyasal demokrasinin (yenilenmiş) biçimleriyle eklemlenebileceği biçimleri tanımlamak ve toplumsalın siyasal ortak üretiminin maddi örgüsünü gün ışığına çıkarmak: Burada, kısaca, kuramın yeni görevleriyle karşılaşırız. Onları vareden mücadeleler kadar acil ve canlı görevler.
Daha yakından baktığımızda, postmodernitede yeniden üretimle ilgilenen sayısız kuramcının halihazırda benzeri sorunları ele aldığını görürüz. Liberalizmi tek düşünme biçimi olarak kabul etmemiş bir dizi toplumsal bilim araştırmacısı, –özellikle kapitalizmin kraliçesi olan ülkede, Amerika Birleşik Devletleri’nde– artan toplumsal işbirliği ile demokrasinin üretimi arasındaki ilişki sorununu aydınlatmaya çalışıyor.
Ancak Aralık mücadeleleri bu temaların çok ötesine geçer; çünkü, basitçe bir ihtimal olarak değil, bir gereklilik olarak ortaya koyar, çünkü çözümü çokluğa ait olan demokrasinin devrimci bir gerçek olduğunu göstererek öngörür. Öyleyse burada tali olmaktan çok uzak yeni bir temaya sahibiz: Üretimin bütünlüğünü ve toplumun yeniden üretimini yönetmek üzere, idareyi demokratik olarak yeniden ele geçirerek toplumsal işbirliğini devrimci kılmak ne anlama gelmektedir?
Aralık 1995’teki mücadelelerle birlikte, siyasal etkinliğin yeni bir dönemine girmiş olduk.
Ortaya çıkan ilk sorun, aşikar bir biçimde, geçici olarak durmasının ardından mücadelenin yeniden başlatılması; kamu hizmetlerinde, ama hepsinin ötesinde özel sektörde, toplumsal işçi cephesinin nasıl güçlendirilebileceği ve genişletilebileceği sorunudur. Aynı zamanda, eğitim (okullar ve üniversiteler vb) ve telekomünikasyon alanlarındaki toplumsal öznelerce, devrimci hareketin inşası için, yeni bakış açılarına ve işçi-olarak-yurttaş ile birlikte bu mücadelelerin ortak üretimini örgütlemeye yönelik, olarak yapılan katkıları mümkün olan en geniş ve en güçlü terimlerle ifade etmenin yollarını bulmalıyız.
İkinci sorun burada ortaya çıkar: Aralık mücadelelerinde ifade edildiği biçimiyle, “kamusal”ın yeni kavrayışıyla tutarlı olacak bir mücadele ve örgütlenme biçimini nasıl tanımlayacağız? Bu, biyo-politik bir ücrete yönelik, kamusal hizmetlerin yayılmasına yönelik, idarenin yeniden ele geçirilmesine yönelik kategori talepleri ile genel talepler arasında ilişkiler ve bağlantılar yaratılmasına giderek izin veren bir örgütlenme biçimidir. Açık bir biçimde, mücadeledeki işçilerin ortaya koydukları –kendilerini mekana bağlı düzeyde yeniden örgütleme ve Fransız sendikacılığının geleneksel profesyonel ayrımlarından kurtarma– yeteneği, mücadelenin hedeflerinin birleştirici yeniden düzenlenmesi ve örgütlendiği genel biçim için bir paradigma olarak kabul edilebilir.
Bir anlamda, bu örgütlenme biçimleri, yeni (diğer bir deyişle, artık sadece sendikalist olmayan) saflar ve siyasal kitle örneklerini önceden canlandırırlar. Bunlar –işçi hareketinin örgütsel kökenlerine paradoksal olarak yeniden bağlanarak– üretiminin post-Fordist örgütlenmesinin merkezi bir unsurunu açığa çıkarırlar: Onun toplumsal olarak çözülmesini. Bu yerel, bölgesel, kategoriler arası ve birimsel örgütlenme, ücretler ve toplumsal yeniden üretim koşulları üzerindeki mücadeleye ilişkin olarak işçilerin çıkarlarını savunmasının genelleştirilmesi için sağlam bir temel sağlıyor gibi görünmüyor. Aynı zamanda, idarenin ve hizmetlerin, gerçek radikal demokrasi için bir mücadele bakış açısını yaratmaya muktedir olacak, “kamusal” anlamda yeniden ele geçirilmesi inisiyatifini başlatmak, kesinlikle bu başlangıç noktasından (sadece bu noktadan) mümkün olacaktır.