Toni Negri
Çeviren: Özgür Gökmen
Birikim 122 (1999): 85–89. İngilizcesi: Common Sense 19 (1996): 33–41.
İnsanlar “Yeni Dünya Düzeni” fikrini kullandıklarında, üç güçlü kavramı tek çerçevede biraraya getiriyorlar: düzen, dünya ölçeğinde küreselleşme ve bunlar arasında kurulan ilişkilerin yeniliği.
“Dünya” ve “düzen” arasındaki bu yeni bağlılık, yeni bir paradigma, başka bir deyişle, siyasal iktidarın ve dünyanın fiziksel mekanının düzenlenmesinin yeni bir biçimini oluşturuyor gibi görünüyor. Bu yüzden, bu yeni biraraya gelişi anlayabilmek için –ne anlama gelmiş olduklarını ve bunları biraraya getiren daha önceki biçimlerin krizinin ne olduğunu tespit etmek için–, öncelikle bu kavramlar hakkında düşünmek zorundayız ve daha sonra bu yeni bağlılığın orijinalliğine ve dinamiklerine nüfuz etmemiz gerekecek. Bu noktada, belki de meydana gelmekte olan değişikliğin derinliğini anlayabilecek durumda olacağız.
Düzen kavramıyla başlayalım. Modern dönemde, toplumsal ve siyasal düzen kavramı, ancak zamanın geçmesiyle “ulusal egemenlik”e dönüşen toprağa bağlı bir egemenlik kavramına çok yakındır. Bu yüzden egemenlik kavramı ile ulusal egemenliği ayrı ayrı incelemeliyiz.
Egemenlik kavramı, kendinin üstünde hiçbir şey bulunmayan bir iktidar kavramıdır. [Egemenlik,] kendi dinamiği dışında kurulu herhangi bir iktidar fikrinin aksine, iktidarın dünyevi bir kavramsallaştırmasıdır. Bu yüzden kaynağına atıfta mutlak bir quoad titulum’dur. Bununla birlikte, uygulanışına quoad exercitium bakıldığında egemenlik kavramı daha ziyade tikel bir kavramdır. Bu hiçbir şekilde onun mutlaklık niteliğini azaltmaz; ancak, egemenlik, kesinlikle tikellik içinde uygulanır. Modern egemenlik, bir toprak üzerinde ve bir halkla ya da halklarla ilişkili olarak uygulanmasından ötürü tikelleşir. Uluslararası hukuk jus gentium bu tikellik, ya da daha iyi bir deyişle, aslen antlaşmalar aracılığıyla egemen tikellikler arasındaki çatışmaları çözmeyi içeren egemenlerin hakkı üzerine kurulur. “Antlaşmalar aracılığıyla”, bu yüzden mutlak olarak zayıflatılmış bir hak, kanuni bir sözleşme ya da idare olmaktan ziyade bir mübadele. Ancak egemenlik kavramı sadece harici olanla ilişkili olarak tikelleştirilmez: aynı zamanda, kendini bir meşrulaştırma kavramı ya da iktidar ve onun özneleri arasındaki ilişki olarak sunduğu yerde, dahili olarak da tikelleştirilir. Ya da, daha iyi bir deyişle, öznelerle bir karşılıklı ilişki olarak. Modern egemenlik, kendisinin üstünde hiçbir şey olmayan bir iktidar olabilir, fakat altında birçok şey vardır. Altında, özellikle bir mekan (bir toprak bütünlüğü) ve bir çokluk (yurttaşlar) vardır. Meşrulaştırma, Weberci terimlerle ifade etmek gerekirse, birçok farklı biçim (geleneksel, karizmatik, yasal/rasyonel) alabilir; her durumda, egemenle özneleri arasında bir ilişkidir –hem egemenlik, hem de öznelerin itaat (ve/ya da itaatsizlik) ifadesinin içinde ortaklaşa varolduğu bir ilişki.
Bu yüzden, içinde yaşanan ve meskun bulunan bir mekan modern yurttaşlığın temelinde bulunur. Düzen, bir toprak ölçeğinde verili bir yurttaşlar grubu arasında kabule ve/ya da edilgenliğe karşılık gelen hükümet etkinliğinin bir sonucudur. Bu bakış açısından, düzen olarak egemenlik, idare halini alır; diğer bir deyişle, egemenlik kendisini bir toprak bütünlüğüne yayılan ve onu yapılandıran bir otorite aygıtı olarak örgütler. İdare etkinliği marifetiyle, toprak bütünlüğü örgütlenir ve otorite yapıları bu bütünlüğe yayılır. Giderek artan bir şekilde modern egemenliğin dinamikleri içinde, idare ve toprak bütünlüğü arasındaki bağlılık derin ve tam bir hale gelir. İktisadi rejimin doğasının (merkantalist ya da liberal) çok az önemi vardır; siyasal rejimin doğası da (mutlakıyetçi, aristokratik ya da popüler) çok az önem taşır. Mekan kendini gittikçe tutarlı olan yollarla egemenlik senaryoları içine çekilmiş bulur ve her parça bütün tarafından gitgide karşı konulmaz bir biçimde yapılandırılır.
Ulus kavramının egemenlik kavramı ile birleşmesi zaman alır. Ulusal egemenlik, on dokuzuncu yüzyılın başında egemenlik kavramına karşıt değildi; daha ziyade, modern egemenlik kavramını mükemmelleştiriyordu. [Ulusal egemenlik,] egemenle öznelerin arasındaki bağı ve aynı zamanda bütünün gücünü yücelten, egemenliğin güçlü bir özel biçimidir. Bu ikili işlem mümkündür; çünkü, ulus devlet kendisini içinde ruhani unsurun tüm diğer belirlenimlerin toplamını üst belirlediği kendi kendine yeterli kültürel, etnik ve iktisadi bir varlık olarak sunar. Meşrulaştırma işlevi doğada ve/ya da ruhta varsayılır. Sieyes ve Novalis, Fichte ve Mazzini, Hegel ve Hertzel arasında, ulus kavramı egemenlik kavramını ruhani ve egemenlik mekanını mutlak bir varlık kılar. Ulusal egemenlik kavramında toprak bütünlüğü ve halk, aynı özün iki farklı sıfatı gibidir ve hükümet bu birliği kutsayan ilişkidir. Modern egemenlik kavramı, toprak bütünlüğüyle olan yakın ilişkisinde, aşırı sonuçlara taşınır.
Modern siyaset –ya da gene egemen– bu yüzden, toplumsal hayatın farklı veçhelerini (bir halkı, bir toprak bütünlüğünü, bir otoriteyi) bir mutlak içinde toplayan bir figürdür. Egemen iktidar kavramı, kendi veçheleri egemenliğin daimi tarihsel gelişimi içinde birleştirildikçe ve üst belirlendikçe daha da güçlü hale gelir. İlişkilerin bu mutlaklaşma ve yoğunlaşma süreci, aynı zamanda demokratik egemenlik kavramının kökenindedir. Demokratik egemenlik toprak bütünlüğünü halkın hayatının mekanı olarak birleştirir. Meşrulaştırma bu durumda, diyalektik olmaya meyleder. İdare biyo-politika haline gelir. Refah Devleti, État-providence ve Sozialstaat mükemmelleşmiş egemenliğin artan ve kesintisiz bir süreklilik içinde kalabalıkların bir yere yerleştirilmesine dair antropolojik süreci, toplumsal hayatın küresel zamanını verili bir mekan içinde düzenlediği noktada, tamamlar görünen figürleridir.
Böylece, egemenlik harici bir bakış açısından, meşru fiziksel güç tekeli; üretim için mübadelenin toplumsal normlarını (parayı) basma kabiliyeti; iletişim biçimlerinin tikel yapılandırılması (ulusal dil, eğitim sistemi, vb); meşrulaştırmanın demokratik (biyo-politik) tanımı tarafından belirlenir. Egemenlik mutlak bir toprağa bağımlı kılma [territorialisation] sürecidir.
Modern egemen devletler, yüzlerce yıllık hegemonyaları boyunca, kendi mutlak güçlerini aslen tahakküm kuralları içinde bütünleştikleri ve şekillendikleri topraklar dışına ihraç ettiler. Emperyalizm (aynen sömürgecilik gibi) dünyanın bölgelerini işgal etmek ve bu vasıtayla toprağa bağlı ya da ulusal egemenliğe erişme imkanları inkar edilmiş halkları sömürmekten ibaretti. Emperyalizmin topraklarında, düzen, meşrulaştırma ve idare, kendinden menkul değil, işlevsel ve emperyalist devlete bağımlıdır.
Şu ana dek, bugün egemen düzenin eski paradigmasını sallayan depremin şiddetini idrak etmemizi sağlayan bir dizi öncül sunduk. Eski düzenin unsurlarına temas eden, birçok varsayımın içinde yanyana barındığı açık konjonktürler yaratmakta olan ve içinde birçok eğilimin bulunduğu saptanabilecek bir deprem. Yaşanan değişiklikler öyle derin ve yoğun ki, henüz gelişmelerin yönünü kesinlikle belirleyecek bir durumda değiliz; bununla birlikte bunlar yeni çözümleme parametrelerini mümkün kılıyorlar –aslında talep ediyorlar–.
Bugün aşikar olan ilk unsur, bu depremin yersiz yurtsuzlaştırıcı [deterritorialising] olduğudur. [Bu deprem,] eski düzen paradigmasını en derin veçhesinden sarsıyor: mekanla ilişki, gittikçe örgütlenmiş bir mekana yönelik ilerleme. Düzen paradigması, geleneksel belirlenimlerden yoksun bir mekanla -ya da daha kötüsü, sınırları olmayan bir mekanla- uzlaşmak zorunda kalıyor. Bu kırılışı tanımlamamızı ve yeni bir iktidar senaryosuna yönelik bir yaklaşım geliştirmemizi mümkün kılan üç unsur var. Bunlar, bomba, para ve lokmanruhudur.
Nükleer teknolojilerin gelişmesi, bugünkü depremin temellerini oluşturan unsurlardan biridir. Keynesci gelişmenin “otuz muzaffer yılı” boyunca istikrarı sağlamış olan terör hükümranlığını bu gelişmeye borçluyuz; ama bombaya daha da çok, sınırlı egemenlik fikrinin dünya ülkelerinin büyük çoğunluğuna yayılmasını borçluyuz. Meşru fiziksel güç tekeli –bu egemenliğin özgün niteliklerinden biriydi. Bugün bir zamanlar savaş ilan etme yeteneğini de içeren bu nitelik, artık devletlerin büyük bir çoğunluğunda bulunmamaktadır. Küçük savaşlar, sınırlı çatışmalar, uluslararası siyasa belirleme operasyonları, sivil savaşlar, kirli savaşlar, gerilla savaşları vs vs değilse de, büyük savaşlar tahayyül edilmez oldular. Bomba ilk kez, Günther Anders’in halihazırda 1950’lerde işaret ettiği gibi, bu bakış açısı içinde ortaya çıktı: mutlak olan bir şiddet operasyonu, egemenliği kendi toprağından mahrum kılan ve direnişe eylem imkanı tanımayan yeni bir metafizik ufuktu.
Ama gene de, bu yersiz yurtsuzlaştırma diyalektiği emperyal hegemonyada; ya da, yeni bir düzen, yersiz yurtsuzlaştırmanın büyüyen süreçlerine yeni bir toprağa bağımlılaştırma dayatmanın gerekliliğinde, bir sınıra ulaşır –ya da ulaşabilir–.
Bu yeni hegemonik kutup gerçekten oluşum sürecinde midir? Bunun koşulları ortada. Bununla birlikte bu, bu yeni hegemonik kutbun illa ki eski düzenin (örneğin ABD) egemen bir sürekliliği olarak ortaya çıkacağı anlamına gelmez; bunun yerine uluslararası güçler ve örgütlerin birlikteliğinden de oluşabilir. Oyun başladı ve hangi eğilimin sonunda kazanacağına dair bahisler –ve varsayımlar– belirleniyor.
Her halükarda –ve vurgulamak istediğim unsur budur– (modern egemenlik kavramının temel niteliklerinden biri olan) meşru fiziksel gücün egemen tekeli burada tamamen oyun dışı bırakılır. Dünya hegemonyasının eski bir güç (örneğin ABD) tarafından ele geçirilmesi senaryosunda bile, egemenliğinin kapsamı tamamıyla ve radikal bir şekilde yeniden nitelendirilmelidir: tahakkümün dünya çapında yayılması, bu tahakkümün biçimini tadil eder. Emperyal egemenlik kendini evrensel bir yersiz yurtsuzlaşmanın nükleer bir toprağa bağımlı kılması olarak sunar. Bu noktada emperyal hegemonyanın faydalı bir başlangıç tanımına sahibiz.
Dünya pazarının kurulması, incelediğimiz depremin ikinci bir unsurudur. Bu ilk elde, ulusal pazarların ve mali düzenlemenin ulusal ve/ya da bölgesel bağlamlarının mali yıkımını içermiştir. Tüm bunlar, ABD’nin altını dolardan bağımsız kılıp konvertibiliteye son verdiği ve uzun süren sabit değişim oranları dönemini bitirdiği 1971 ile 1973 arasında başladı. Bretton Woods’un sonu. Bunun sonucu, çok kısa bir süre sonra, paraya bağlı ilişkilerin kendilerini mali güçlerin hareketlerine tabi kılınmış buldukları, pazarların son derece yüksek düzeyde şansa bağlı doğasında açığa çıktı. Bu durumda ulusal para egemenliğin tüm niteliklerini kaybetmeye meyleder. Diğer paraların ölçüsü ya da “standart”ı rolünü üstlenmiş görünen dolar bile, giderek mali pazarlara tabi hale gelir. Ve bu, paradoksal olarak, Berlin Duvarı‘nın yıkılmasıyla; başka bir deyişle, –Soğuk Savaş’ın kazanılmasıyla– ABD’nin müttefiklerince kumanda rantından yoksun bırakıldığı andan itibaren aşikar hale gelir. Ulusal para bugün modernite döneminden beri sahip olduğu niteliklerle tahayyül edilemez olmuştur. Bu düzeyde de, küreselleşme süreci, bir dizi dramatik sonuçla birlikte, radikal dönüşümün çok güçlü bir eyleyeni haline gelir.
–İster Keynesci, ister basitçe parasal terimlerle olsun– ulusal düzeyde mali düzenlemenin imkansızlığı;
Ulusal düzeyde refah sağlayacak girişimlere yönelik tüm süreçlerin kati bir şekilde altının kazılması ve bu gerçekten kaynaklanan demokratik egemenliğin krizi;
Finans ve spekülasyon güçlerine karşı nispi bir direniş oluşturmak ve böylelikle kendi geleceklerini tasarlamak için yeni olasılıklar (yanılsamalar) yaratmak amacıyla, bölgesel ve çok-uluslu örgütlerin/grupların inşasına yönelik ihtiyaç;
Krizin gölge oyununda belirli para birimlerinin (dolar, Alman markı, yen… ) düzensiz bir şekilde emperyal paralar olarak ortaya çıkmaları. Burada da, modern egemenlik giderek artık haline gelirken ve küresel yersiz yurtsuzlaşma süreci dünya pazarının oluşmasıyla birlikte ilerlerken, –aşikar bir biçimde parasal değerler üzerine değil; tamamen siyasal değerler üzerine kurulu– tek taraflı yeni bir toprağa bağımlı kılma olasılığına dair bir ipucu görünmektedir. Bu mümkün mü? Doların (ya da diğer para birimlerinin) emperyal para olarak tasdik edilmesinin gerçek alternatifleri nedir? –Ve bunlar hangi biçimlerde, hangi zaman ölçeğinde tezahür edebilir?–
Dilin sabitlenmesi ve bu dilin savunulması, bir eğitim sisteminin inşası ve kültürün korunması, artık daha önce hiç olmadığı kadar, egemen yetkilerinin özüdür. Bununla birlikte, şu andan itibaren tüm bunlar radyo dalgalarında çözülmüştür. Modern iletişim sistemleri egemenliğe tabi değildir; tam tersine, egemenlik iletişime tabidir.
İletişim alanında, toprağa bağlı ve/ya da ulusal egemenliğin çözülmesinde ve düzen ile mekan arasındaki tikelleşmiş ilişkideki kırılmayla beliren paradokslar en uç sınırlara taşınmıştır. Aslında, göstergelerin mükemmel döngüselliği ve bu döngüselliğin yorulmak bilmez sürekliliği içinde olma istisnasıyla, iletişimin yersiz yurtsuzlaştırma kapasitesi tamamen orijinaldir; modern egemenliği artık basitçe sınırlandırmamakta ya da zayıflatmamakta, verili bir düzen ve verili bir mekan arasındaki bağlantı olasılığını bile ortadan kaldırmaktadır. Bundan “döngüsel toprak bütünlüğü” olarak yeni bir toprak bütünlüğü kavaramı ve bu yüzden düzenin toprak bütünlüğüyle olan ilişkisinin tikelleşmesinin imkansızlığı türer. Yersiz yurtsuzlaşma temel unsur [primum]; döngü bunun durdurulamayacak şekilde kendini ifade ettiği biçimdir; ve böylece lokmanruhunda diller döngünün fonksiyonu haline gelir ve tüm egemenlik ilişkilerini çözer. Eğitim ve kültüre gelince, bunların kendilerini “gösteri toplumu”na tabi kılmak dışında bir seçeneği yoktur.
Bu tecrübede düzen ve mekan arasındaki ilişkinin çözülmesinin dış sınırına ulaşıyoruz: bundan böyle, bu ilişkiyi ancak başka bir mekan –egemen fiilin telaffuzu içinde sınırlandırılamaz olması nedeniyle orijinal olan “bir başka yer” içinde inceleyebiliriz.
İletişimin mekanı tamamen yersiz yurtsuzlaşmıştır [mekandan kopmuştur] . [İletişimin mekanı] , meşru fiziksel güç tekeliyle parasal ölçü birimin tanımına ait krizin çözümlemesinde belirlemiş olduğumuz artık mekanlara ilişkin olarak mutlak ötekidir. Burada söz konusu olan bir artık değil, bir dönüşümdür: toplumun sermaye dahilinde gerçek anlamda kapsandığı [real subsumption] bir döneme girmiş olduğumuz gerçeğinden türeyen siyasal iktisat ve Devlet kuramına ait bütün unsurların dönüşümü. Diğer bir deyişle iletişim, sermayenin her türlü alternatif marjinini baskı altına alarak, gerçek anlamda, küresel bir şekilde toplumun tümünü fethetmiş ve onu kendine tabi kılmış olduğu noktada, kapitalist üretim biçiminin almış olduğu biçimdir: eğer herhangi bir şekilde bir alternatif önerilecekse, bu sermaye dahilinde bütünüyle kapsanmış toplum aracılığıyla önerilmek ve yeni çelişkileri vurgulayarak, onun içinde inşa edilmek zorunda olacaktır. Alternatif, “yeni”nin, aslında “çok yeni”nin içinde sunulacaktır.
Emperyal eğilim lokmanruhu içinde aynı zamanda işlemseldir. Bu eğilim ilk bakışta, bir defa daha, Amerikan iktidarının ve onun uzantısının devam eden varlığında görülür. Egemenlik ilişkilerinin bu çöküşüyle yaratılmakta olan mekan genellikle Amerikandır. Bununla birlikte, incelemiş olduğumuz durumların hiçbirinde, emperyal yeniden toprağa bağımlı kılma işlevine yapılan atıf, buradakinden daha istikrarsız değildir. Güç ve para alanlarında gerçekleşenlerden farklı olarak, iletişim aslında sermayenin gelişimini ve aynı zamanda üretim güçlerinin dönüşümünü içeren bir üretim ilişkisidir. Bu dinamik, Amerikan iktidarının –iletişimin karşılıklı olarak birbirini etkileyen üretiminde giderek daha etkin bir biçimde yer alan– toplumsal öznelerin gücüyle çatışma haline geldiği güçlü bir açık durum yaratır. Bir dolaşım yeri olan bu yerde, yeni üretim/iletişim biçimlerinin üzerindeki yeni emperyal tahakkümün herhangi bir diğer yerden daha belirsiz olduğu ortaya çıkmıştır.
Toprağa bağlı ve/ya da ulusal egemenliği tahrip etmekte olan deprem, bu yüzden derin ve esaslıdır. Siyasetin mekanı tanımlanamaz hale gelir ve bunun içinde diyalektik bağlantıların, ya da yalnızca işlevsel olan bağlantıların, işleyişine dahi bundan sonra itimat edemeyiz. Dünya mekanın biçimsel olarak sermaye dahilinde kapsanmasında verili biyopolitik süreçlere atıf noktaları sağlayan aracılıklar hala mevcuttu. Bugün Fordist dönemi, içinde azar azar tüm belirlenimlerin silinmeye meylettiği, (biçimsel kapsamadan gerçek kapsamaya) bir geçiş evresi olarak telakki edebiliriz. Kendimizi birkaç çizgili alan haricinde pürüzsüz olan, birleşmiş, dönemsel olarak üzerinden akan hiyerarşilerle tanımlanabilir, içinde arasıra direnişlerle karşılaşılabilecek sürekli döngüsel bir hareket tarafından meydana getirilen bir mekana bakarken buluruz. Ya da, gene, bir başka biçimde söylemek gerekirse, sürat çeşitlemelerince belirlenen evrensel bir banliyöde yaşıyoruz -bu tahrip edilmiş ufukta, belki bir, belki de daha çok merkez belirlenebilir; fakat, her durumda elimizde olan yeni bir mekan, yeni bir iktidar meydana getiren güçtür.
Açıksası sorunumuz, bu yeni mekanın örgütlenme sürecinde olup olmadığı; eğer öyleyse, bunun nasıl gerçekleştiğini tanımlamamız gerektiğidir. Bu yeni yersiz yurtsuzlaşma yönetim açısından kendisini nasıl ifade etmektedir? Muhakkak, bu yönde daha fazla açılmanın mümkün olduğunu düşünmüyorum. Fakat gene de bir dizi öncül ortaya koymak, ya da daha ziyade, izlenecek yolun temizlenmesini sağlayacak ideal bir örneği öngörmek faydalı olacaktır. İmparatorluğun ideal örneği faydalı olabilir. (Gördüğümüz gibi, egemenliğin bir belirlenimini içeren) emperyalizm kavramından tamamıyla farklıdır; çünkü imparatorluk mekanı önceden kurulmuş belirlenimlerden azadedir; bir dizi arazi üzerinde alt üst edilen ve engellerle karşılaşmadan deveran eden bir merkezdir. Birleşmiş bir dünya mekanı içinde, tek tek devletler sürekli hareket halinde olan akış ve ağlar içinde birleşirler; ülkeler, barışın sabit ve etkin bir uluslararası siyaset belirleme süreci tarafından teminat altına alındığı bir bağlamda varolurlar. Bu çöktüğünde, çatışmalar yalıtılır. Her durumda, tekil devletlerin egemen nitelikleri, pazar ve iletişimle siyasanın örgütlenmesinin kollektif işlevleri içinde güçten düşürülür ve yeniden düzenlenir.
Post-modern ideolojiler egemenliğin niteliklerinin güçten düşürülmesinde büyük rol oynamışlardır. Aynı zamanda ve aynı nedenlerle, (burada ve öte tarafta postmodernitenin yatay düzeyini kıran) parçalayıcı, yerel ve tikelin yeni ufuklarını yaratan da postmodern ideolojilerdir. Benim görüşüme göre, bu tanımlamalar imparatorluğun asli doğasının anlaşılmasını sağlamak için yeterli değildir: Postmodern ideolojiler, bu güne dek, yeni yapılandırıcı dinamiğini kavramadıkları verili bir durumla iyi oynamışlardır.
(Burada sadece ideal tipin inşası bakış açısından ele alınan) imparatorluk figürünü en iyi anlayan Foucault ve Deleuze“dü. Modernliğin siyasal rejimlerinin evrimi için önerdikleri üçlü model (”eski rejim toplumu“ndan ”disipliner toplum“a, oradan da ”denetim toplumu“na), disipliner toplumdan denetim toplumuna geçiş içinde egemenliğin zayıflamasının dinamiklerini tanımlar –uçucu bir şey olarak değil, tam tersine modernleşme ve en iyi şekilde kullanım olarak. ”Denetim toplumu", emperyal iktidarın mevzilendiği çerçevedir. Kumandanın zirvesinin devasa bir düzeye çıkarılmasında, çatışmaların çözümünde aracılık ihtimali, bu yüzden de, iktidar süreci içinde tüm tikelliklerin dinamik bir şekilde yeniden nitelendirilmesi, çok daha büyük olur. Güç ve disiplin böylece denetim siyaseti içine alınır.
Fakat şimdi Polybius’un inşa ettiği imparatorluk modeline bakalım. Roma’da yaşamış bu Yunan entellektüelinin söylediğine göre, Roma İmparatorluğu, klasik eski çağlarca tanımlanmış üç hükümet biçiminin bir senteziydi: imparatorluk, imparatorla monarşik, Senatoda aristokratik ve tribün işleviyle demokratik-cumhuriyetçiydi. Ya bugün? Yeni bir emperyal iktidarın örgütlenişinde gördüğümüz, yeniden Polybius’un üçlü modelini midir? Belki de. Nihai bir monarşik merkez, gücün özel bir hamili henüz oluşmamıştır, gene de bunun temayülde giderek tanımlanabilir olduğu söylenebilir. Fakat emperyal sentezce ihtiyaç duyulan modelin diğer iki yönü ortadadır: bir yanda finansal aristokrasi ve onun dünya ölçeğinde tüm emek gücünün önemli kesimlerine dayattığı disiplin; öte yanda cumhuriyetçi denetleme iktidarı, ya da tekil ulusal devletlerden arta kalanda beden bulmuş ve emperyal otoriteye olan ilişkisinde giderek sözleşmeye bağlanmış bir rolde temsil edilen disipliner refleks.
İmparatorluk bu yüzden oradadır, hemen köşenin ardında, halihazırda yerini almış bir şey gibi yılmaz bir şekilde bizi bekliyor. Siyasal bir felsefe olarak post-modernite, imparatorluğu haber veren bir ikaz olmuştur; kederli ve yetersiz, fakat etkili.
Daha güçlüsü ve çok daha gerçeği, krizlerde ve imparatorluğun kurucu sürecinin geçici duraklamalarında görülen ikazlardır. Bunlar nerelerde görülmelidirler? Aslen, değer düzenleri arasındaki çatışmalarda ve usuller arasındaki çelişkilerde. Giderek güçlenen melezleştirmeler, uygun olan ile olmayanın, iktisadi ile siyasalın, yasal ile yasadışının mekanını göz önünde bulundurduğumuzda ve hukuk ile toplumsalın (ahlaksal olanı da unutmaksızın) geleneksel hususları imparatorluğun mekansal açılımıyla karşı karşıya geldiğinde gözle görülür olur. Devletlerin ve cemaatlerin yaşamında kamusal etkinliğin büyük bir kısmı, bundan böyle bu çatışmaların çözümüne, bunlara hükmeden usullerin yeniden düzenlenmesine, ve böylece bu melez mekanların “yönetimi”ne adanır.
İmparatorluğun yaşamının “ilk gerçek biçimi bu olacak olan”, temel uluslararası çatışmaların çözümü yerine, burada, halkların ve ulusların varlığının maddi yönlerini etkileyen bireysel çatışmalarla ilgilenmek için mi istendiğini açıkça sormak zorundayız. Bu beni nihai kavramsallaştırmama götürüyor. Bu benim için o kadar önemli ki, indirgemeci bir tarzda olsa bile, şimdiye dek söylediğim her şeye eş bir temel bulabilirse çok mutlu olacağım, “ çünkü, en az onlar kadar önemli. Vardığım sonuç şudur: Düzen ve mekan arasındaki modern ilişkinin çöküşü radikal bir kırılma, paradigmanın dönüşümünün bir işaretidir. Bu kırılmanın eleştirel düşünce ve eyleme sunduğu, siyasal olanın yeni bir aşkınlığıdır. Siyasete imparatorluk boyutundan bakıldığında, artık tekil ulusal mekanlar boyutunda algılanamaz. Bundan sonra, siyaset, egemenlik, yasama, yönetim vb kavramları, bütünüyle sorgu altındadır ” kesinlikle bir krize girerler, yeniden düzenlemeye tabi olabilirler; ama uzun vadede yıkılmaya ve devrilmeye açıktırlar çünkü artık eski ulusal uluslararası toprak bütünlüğüne ait ve kozmopolit düzenle hiçbir ilişkileri yoktur. Bugün çok uluslu düzey, yarı ulusal olan bir mekanda tüketilmiştir. Yeni emperyal iktidarın dikeyliğine alternatif yoktur tek alternatif, emperyal güce gerçek anlamda sahip olacak olanlardadır (bu ABD mi, yoksa imparatorluk gücünü ele geçirecek farklı egemen devletlerin bir kümesi mi olacak?) ya da yatay düzlemde oynanabilecek oyunlardadır. Her durumda, halihazırda bunun içindeyiz. Yeni uluslararası örgütlenişini başka bir deyişle, tahakküm ilişkilerinin emperyal doğasını ilan etmeye hazırlanan bu dünyanın vatandaşlarıyız. Bu gelişme kabul edilsin ya da edilmesin, kaçınılmaz olarak görülmesi zorunludur. Demokratik eylemin şimdiye kadar tecrübe ettiği çelişkilerin bir çoğunun, sonsuz bir şekilde daha karmaşık olan düzlemlerde kendilerini yeniden üreteceklerini kabul etmek zorunda kalacağız. Şimdiden sonra, iktidara ancak bu yeni siyasal aşkınlık çerçevesinden bakılabilir.