Ursula K. LeGuin
Çeviren: Özgür Gökmen
Müzük 1 (1996). “Science Fiction and the Future,” Dancing at the Edge of the World: Thoughts on Words, Women, Places içinde. New York: Grove Press, 1989.
Geleceğin nerede olduğunu biliriz. Gelecek önümüzdedir. Öyle değil mi? Önümüzde uzanır, büyük bir gelecek önümüzde uzanır; her diploma töreninde, her seçim yılında güvenle ona doğru ilerleriz. Ve geçmişin nerede olduğunu biliriz. Ardımızdadır; doğru değil mi? Bu yüzden onu görmek için geriye dönmemiz gerekir ve bu geleceğe doğru ilerlememize engel olur; onun için geriye dönüp bakmayı pek sevmeyiz.
Öyle görünüyor ki, And Dağları’nın Quechua dilini konuşan insanları tüm bunları daha farklı algılıyorlar. Farklı algılıyorlar; çünkü geçmiş bildiğindir, onu görebilirsin —önündedir, burnunun ucundadır. Bu bir eylemden ziyade algılama, ilerlemeden ziyade farkında olma tarzı. En az bizim kadar mantıklı olduklarından ötürü geleceğin arkamızda, gerimizde, omzumuzun ardında uzandığını söylerler. Gelecek, geriye dönüp o bir anlık bakışı yakalamadıkça göremeyeceğiniz bir şeydir. Ve bunun için bazen geriye dönmemiş olmayı dilersiniz, çünkü ardınızdan size doğru sokulanı bir ân için görmüşsünüzdür... Bu nedenle biz And Dağları’nın insanlarını ilerleme, kirlilik, pembe diziler ve uydulardan müteşekkil kendi dünyamıza çektikçe, onlar omuzlarının üstünden nereye gittiklerini görmek için bakarak, geriye gidiyorlar.
Bunun ustaca ve yerinde bir tavır olduğunu düşünüyorum. En azından bize “geleceğe doğru ilerleme” lakırdımızın bir metafor, gerçekten efsanevi bir fikir, hatta belki, hareketsiz, kabul eder, açık, sessiz, dingin olmaya dair maço korkumuza dayanan bir blöf olduğunu hatırlatıyor. Susmayan saatlerimiz zamanı yarattığımızı, onu denetlediğimizi düşünmemize neden oluyor. Saati çalıştırıyoruz ve zamanı yaratıyoruz. Ama aslında nükleer savaş başlıkları ile süpersonik jetler içerisinde onu karşılamak için ileri atılsak da, bir tepeye oturup lamaların otlamasını izlesek de, gelecek gelir ya da oradadır. Alarmı kursanız da, kurmasanız da sabah olur. Gelecek sadece uzay değildir. Bilimkurgunun bir türünden, bütün Uzay Savaşları ve Yıldız Savaşları romanlarında ve filmlerinde ortaya çıkan emperyalist türünden ve bk’nin teknolojiyi yüksek teknolojiye indirgeyen biçimlerinden ayrıldığım nokta budur. Bu tür romanlarda, uzay ve gelecek eşanlamlıdır: Bağlantı kuracağımız, işgal edeceğimiz, sömürge kılacağımız ve banliyö hâline getireceğimiz yerlerdir.
Eğer uzayla “bağlantı kurabilirsek” orada muhtemelen böyle davranacağız. Uzayı “fethetme”miz mümkündür. Ama geleceği “fethetme”miz mümkün değildir; çünkü ona ulaşmak için bir yolumuz yok. Gelecek bizim, bedenen ve olağan bilinç durumlarında, dışlandığımız mekânzaman sürekliliğinin parçasıdır. Omzumuzun üzerinden bakarken yakaladığımız ânlar dışında onu göremeyiz bile.
Göremediğimize baktığımız zaman gördüklerimiz kafalarımızın içindekilerdir. Düşüncelerimiz ve düşlerimiz; iyi olanlar ve kötü olanlar. Ve bana öyle geliyor ki bilimkurgu gerçekten işini yaptığında, ilgilendiği şey tam da budur. “Gelecek” değil. Düşlerimizi ve düşüncelerimizi gerçek dünyayla karıştırdığımızda, geleceği sahip olduğumuz bir yer gibi düşündüğümüzde başımız derttedir. O zaman hüsnüniyete ve kaçışa yenik düşeriz ve bilimkurgu megaloman bir hâl alır ve kurgu olmanın ötesinde kehanet olduğunu düşünür ve Pentagon ve Beyaz Saray ona inanmaya başlar ve bizler Yıldız Savaşları Projesi aracılığıyla geleceği fetheden Hakiki Müminler oluruz.
Ben bir bilimkurgu yazarı olarak kendi adıma, Quechualar gibi, uzun süreler boyunca dingin kalmayı ve aslında önümde olana bakmayı tercih ediyorum: Dünyaya, üstündeki dostlarıma ve yıldızlara.