Kurucu[1] Cumhuriyet

Toni Negri

Çeviren: Özgür Gökmen

Birikim 79 (1995): 63–68. İngilizcesi: Common Sense 16 (1994): 88–94.

1. “Her Kuşağa Kendi Anayasası”

Condorcet her kuşağın kendi siyasal anayasasını hazırlayabileceğini öne sürerken, bir yandan (anayasal ilkeler ile ile yeni yasalar teşkil etmede tek bir yöntem sağlayan anayasal hukukun sıradan hukukla aynı zeminde olduğu) Pennsylvania’daki anayasal hukukun durumuna atıfta bulunuyor; öte yandan, 1793 tarihli Fransız devrim anayasasının geleceğini görüyordu: “Un peuple a toujours le droit de revoir, de reformer et de changer sa Constitution. Une génération ne peut assujetter à ses lois les générations futures.” (Bir halk her zaman anayasasını gözden geçirip düzeltme, ıslah etme ve değiştirme hakkına sahiptir. Bir kuşak gelecek kuşakları kendi yasalarının hükmü altına alamaz.) [Madde XXVIII]

Devrim, bilim ve kapitalizmin, devlet ve toplumda yaratacağı bugünkü gelişmelerin eşiğinde duran Condorcet, üretimin dinamiğine karşı önceden tesis edilecek herhangi bir engelin ve özgürlüğün günün ihtiyaçlarını aşan herhangi bir şekilde tahdit altına alınmasının kaçınılmaz olarak despotizme yol açacağını anladı. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Condorcet, anayasanın kuruluş anı geride kaldıktan sonra, anayasal istikrarın, özgürlüklerin ve demokrasinin gelişimi temelinde kurulmuş bir toplumda reaksiyoner bir gerçeğe dönüşeceğini biliyordu. Bu yüzden, bir anayasaya gelenek ve tecrübe esasına göre; ya da atalarımızın yaptığı gibi; ya da düzenin klasik fikirleri uyarınca meşruiyet tanınmamalıdır. Aksine, ancak daimi bir yenilenme sürecindeki hayat, bir anayasayı değerlendirerek ve gerekli düzenlemelere tabii tutarak onu daima sınayabilir. Bu bakış açısıyla, Condorcet’nin “her kuşak kendi anayasasına sahip olmalıdır” tavsiyesi, (iktidarın fesadından ve İdare’nin rutininden kaçmak için) her kuşağın “Devlet’in ilkelerine geri dönme”si gerektiğini söyleyen Machavelli’nin tavsiyesiyle yanyana konabilir. (Machiavelli’nin sözünü ettiği) “dönüş”, bir inşa süreci, bir ilkeler topluluğudur -geçmişten arda kalan bir siyasal miras değil, yeni kurulan bir şeydir.

Bizim kendi kuşağımız yeni bir Anayasa inşa etmeli midir? Anayasaların daha önceki hazırlayıcılarının anayasal değişikliğin ne denli gerekli olduğuna dair öne sürdükleri gerekçelere dönüp bakınca, bunların bugünkü durumumuzda tümüyle mevcut olduklarını görürüz. Siyasal ve idari hayatta çürümüşlük nadiren böylesi bir yoğunlukta aşındırıcı olmuştur; nadiren böylesi bir temsil krizi yaşanmıştır; demokrasinin neden olduğu hayal kırıklığı, nadiren böylesine radikal olmuştur. İnsanlar “siyasetin krizi”nden sözederken, etkin bir şekilde, demokatik Devlet’in artık işlemediğini -ve aslında tüm ilke ve organlarının (güçler ayrılığının, Güvenlik ilkelerinin, bireysel güçlerin, temsil kurallarının, güçlerin üniter dinamiğinin ve yasallık, yeterlik ile idari meşruiyet işlevlerinin) iyileştirilemeyecek kadar kötü olduğunu söylüyorlar. “Tarihin sonu”ndan sözediliyor ve eğer böyle bir şey varsa, bunu kesinlikle liberalizmin ve kapitalist devletin bizi bağlamış olduğu anayasal diyalektiğin sonu ile tanımlayabiliriz. Tam olarak söylemek gerekirse, 1930’lardan beri kapitalist Batı ülkelerinde “Fordist” anayasa, ya da emekçi refah devleti anayasası olarak adlandıracağımız bir anayasal sistem gelişmeye başladı; bu model şimi krize girmiştir. Bu krizin nedenleri, bu Anayasa’nın ilkeleri çerçevesinde, orijinal anlaşmayı oluşturmuş öznelerdeki değişikliğe bakıldığında aşikardır: bir yandan ulusal burjuvazi, öte yandan sınai işçi sınıfı, hem sendikalarda, hem de sosyalist ve komünist partilerde örgütlendi. Bu yüzde liberal-demokratik sistem, sınai kalkınmanın ve global gelirin bu sınıflar arasında paylaştırılması işinin gereklerini karşılayacak şekilde çalıştı. Anayasalar şeklen az ya da çok değişiklik göstermiş olabilir; ancak “maddi anayasa” -güçlerin ve karşı güçlerin, işin ve gelirin, hakların ve özgürlüklerin paylaşımını kapsayan temel anlaşma- esasen homojendi. Ulusal burjuvaziler faşizmden feragat ettiler ve ulusal işçi sınıfı için bir refah devletinin kurulabilmesini mümkün kılan -sürekli gelişme şartına dayanan- bir ulusal geliri paylaşma sistemi içinde sömürü güçlerini teminat altına aldılar. İşçi sınıfı, kendi adına, devrimden feragat etti.

Şimdi, 1960’larının krizinin 1968’in simgesel olayları ile sonuçlandığı noktada, Fordist anayasa üzerine inşa edilen devlet krize girer: Orijinal anayasal uzlaşmanın özneleri fiilen bir değişikliğe uğrarlar. Bir yandan, farklı burjuvaziler güçlerini semayenin finansal dönüşümünden alarak ve kendilerini iktidarın soyut temsilcilerine dönüştürerek uluslararası bir hal alırlar; öte yandan, sınai işçi sınıfı (sınai emeğin otomasyonu ve toplumsal emeğin bilgisayar merkezli olmasının bir zaferi olan üretim tarzındaki değişikliklerin şafağında) kendi kültürel, toplumsal ve siyasal kimliğini dönüştürür. (Ulusal refah sisteminin yükünü taşımak için bir neden göremeyen) çokuluslu ve finans merkezli burjuvazi, -bir yandan çok sayıda yeni ihtiyacı olan, öte yandan Fordist uzlaşmanın telaffuzlarıyla bir süreklilik sağlamaya muktedir olmayan- toplumsallaşmış ve entellektüel proletarya ile karşı karşıya geldi. “Reel sosyalizm”in tükenmesi ve musibetin 1989 sonunda dünya tarihine mal olmasıyla sosyalizme içkin -halihazırda büyük ölçüde hükmü kalmamış- simgeler bile tam anlamıyla tahrip edildi.

Fordist uzlaşmaya dayanan, ulusal burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki kurucu anlaşma ile güçlendirilen, Sovyet ve Amerikan süper güçlerinin arasındaki çatışma (çatışan partilerin her iki ülke arasında simgesel temsili) ile belirlenen kanuni-anayasal sistem, bu yüzden miadını doldurmuştur. Uluslararası düzeyde, sınıflar arası sivil savaşın Fordist anayasa ve / ya da Refah Devleti örgütleri ile soğrulabileceği, iki güç bloğu arasında uzun dönemli bir savaş artık yoktur; tek tek her ülkede Anayasa’yı kurabilecek ve onun anlam ve simgelerini meşru kılabilecek simgeler kalmamıştır. Tüm senaryo şimdi radikal bir biçimde değişti.

Öyleyse bizim kuşağımızın inşa etmek zorunda olacağı yeni Anayasa nedir?

2. “Ordu ve Para”

Machiavelli, Devlet’i kurmak için Hükümdar’ın “ordu ve para”ya ihtiyacı olduğunu söyler. Öyleyse yeni bir anayasa için hangi orduya ve hangi paraya ihtiyacımız var? Machiavelli’ye göre ordu, halkça (il popolo), diğer bir deyişle komünün demokrasisi içinde silahlanmış bir halk olan üretken yurttaşlarca temsil edilir. Sorun popolo ya da halka, yeni bir anayasanın yaratılmasında bugün ne denli güvenilebileceğidir. Refah Devleti’nin ötesine geçecek kurumsal bir uzlaşmaya kendini açacak bir kuşağa sahip miyiz? Ve bu kuşak, bu amaca yönelik olarak, kendini örgütlemesi, “silahlandırması”[2] için nasıl teşvik edilebilir? Ve, ya işin “para” yönü? Çokuluslu finans burjuvazisi, Fordist anlaşmasının ötesine geçecek anayasal ve üretken bir uzlaşmayı mütalaa etmek istiyor mu? Ve eğer istiyorsa, o halde ne şekilde?

Post-Fordizmin toplumsal yapısı içinde, “halk” kavramı yeniden tanımlanabilir ve tanımlanmalıdır. Ve yalnızca “halk” kavramı değil; ama, aynı zamanda “silahlı halk” kavramı da -diğer bir deyişle, emeğiyle zenginlik üreten ve böylece toplumun bir bütün olarak yeniden üretilmesini mümkün kılan yurttaşlar kesimi de yeniden tanımlanabilir ve tanımlanmalıdır. Bu kesim, toplumdal emek üzerinde hegemonyasının anayasal terimlerle tescil edilmesini talep edebilir.

Post-Fordist proletaryayı tanımlamaya yönelik siyasal faaliyet, şu an oldukça mesafe kaydetmiştir. Bu proletarya, otomatikleşen üretim süreçleri ve merkezi olarak gittikçe büyüyen, artan bir şekilde doğrudan bilgisayarla ilintili, iletişimsel ve kabaca eğitimsel/formatif emek ile meşgul olan entellektüel proletaryaca idare edilen bilgisayarların denetlediği süreçlerin yeniden yapılandırdığı işçi sınıfının önemli bir kısmını teşkil eder. Post-Fordist proletarya, “toplumsal” işçi (l’operiao sociale) tarafından temsil edilen popolo ya da “halk”, tekno-bilimsel etkinlik ve meta üretimine yönelik ağır iş arasındaki daimi etkileşimce; bu bu etkileşimimin içinde örgütlendiği ağların girişimciliğince; çalışma zamanı ve boş zamanın yakın terkibi ve yeniden terkibince massedilir ve kurulur. Artık, kabaca yaptığımız bu girişle, proletaryanın yeni tanımı için bazı muhtemel unsurlara sahibiz; şu aşikardır ki, bu sınıfın yaratıldığı tüm kesimlerde [bu muhtemel unsur], temel olarak kitlesel entellektüelliktir. Ve -ki bu önemlidir- bir unsura daha sahibiz: Üretken emeğin bilimsel kapsamı içinde, üretimin artan soyutlanışı ve toplumsallaşması içinde, post-Fordist emek biçimi gittikçe kooperatif, bağımsız ve özerk oluyor. Özerklik ve işbirliğinin bu birleşimi, üretken emeğin girişimci potansiyelinin (potenza imprenditoriale) bundan böyle tamamen post-Fordist proletaryanın elinde olduğu anlamına gelir. Üretkenliğin gelişimi, proletaryanın entellektüel ve kooperatif bir temel ve iktisadi girşimcilik olarak bağınsızlığını yaratan şeydir. Sorun, bunun aynı zamanda proletaryanın bağımsızlığını siyasal girişimcilik ve siyasal özerklik olarak kurup kurmadığıdır.

Bu soruya ancak, söz konusu tarihsel gelişme içinde “para” ile ne kastettiğimizi kendimize sormuşşak bir cevap verebiliriz. Diğer bir deyişle, bugünün dünyasında, bir sınıf olarak burjuvaziye ve sınai burjuvazinin üretken işlevlerine ne oluyor? Aslında, post-Fordist proletaryanın tanımı hakkında söylediklerimiz doğruysa, uluslararası burjuvazinin artık üretken işlevlerini kaybettiğini, gittikçe asalak hale geldiğini -yani sermayenin bir tür Roma Kilisesi olduğunu- söyleyebiliriz. Artık kendini yalnızca finansal kumanda ile, başka bir deyişle, üretimin zorunluluklarından bağımsız hale gelmiş bir kumanda ile ifade ediyor: Post-Klasik ve post-Marksist anlamda “para”, yabancılaşmış ve düşman bir evren olarak “para”, her derde deva olarak “para” -emeğin, aklın ve hayat ile arzunun her yerde varoluşunun karşıtı olarak “para”. “Para” artık emek ve meta arasında bir aracı işlevi görmez; artık “para”, zenginlik ve iktidar arasındaki ilişkinin sayısal bir rasyonalizasyonu değildir; ulusun zenginliğinin nitel bir ifadesi olmaktan çıkmıştır. Üretimin entellektüel güçlerini de kucaklamış olan proletaryanın girişimci özerkliği karşısında “para”, despotik, harici, boş, kaprisli ve zalim bir kumandanın yapay gerçekliğine dönüşür.

Yeni faşizm kendini bu noktada ifşa eder -Mussolinici ittifaklarla, Nazizmin gayri mantıki şemalarıyla, ya da Petainizmin korkak kibriyle alakası olmayan postmodern bir faşizm. Post-modern faşizm kendisini post-Fordist emek işbirliğinin gerçeklerine uydurmaya ve özünün bir bölümünü başaşağı olmuş bir biçimde ifade etmeye çalışır. Eski faşizmin, sosyalizmin kitle örgütlerine ait yapılarını taklit ettiği ve proletaryanın itici gücünü milliyeçiliğin (nasyonel sosyalizmin ya da Fordist anayasanın) içinde kollektifliğe dönüştürmeye teşebbüs ettiği şekilde, post-modern faşizm de post-Fordist kitlelerin komünist ihtiyaçlarını açığa çıkarmaya ve onları tedricen bireycilik uğraşının ve kimlik arayışının farklılıklar kültürüne dönüştürmeye çalışır. Yeni faşizm tüm bunları, farklılıkları, tekillikleri, kimlikleri ve bireysellikleri daima ve merhametsizce birbirine karşı kıştırtan hükümran despotik hiyerarşilerin yartılması projesi içinde yapar. Komünizm, tekilliklere saygı gösterdiği ve onların sentezi olduğu ve barışı sevenlerin tümünün arzusu bu doğrultuda olduğu halde; yeni faşizm, (uluslararası sermayenin finansal kumandasının bir ifadesi olarak) herkesin herkese karşı şavaşını yaratır; dinsellik ve dinlerin savaşını, milliyetçilik ve milletlerin savaşını, korporatif egolar ve iktisadi savaşlar yaratır.

Öyleyse, “halkın silahları” sorununa geri dönelim. Şunu soruyoruz: Bizim kuşağımızın inşa etmek zorunda olacağı bu Anayasa nedir? Bu, maddi terimlerle, sınıf savaşının gelecek üretken döngüsünü örgütlemek için, yeni post-modern proletarya ile yeni çokuluslu işveren sınıfın kurmak zorunda olacağı güçler dengesi ve uzlaşmaların neler olacağını sormanın bir diğer yoludur. Ancak, şu ana kadar söylemiş olduklarımız doğruysa, bu sorunun hâlâ bir anlamı var mıdır? Devasa ölçüde bir proletarya işbirliğinin, çokuluslu sermayenin dayattığı devasa ölçüde harici ve asalak bir kumandanın karşı kutbunda yer aldığı bir durumda, anayasal uzlaşma için ne tür bir olasılık mevcuttur?

Üretimin diyalektiğinin, üretken ilişkinin idaresinde kaynaşan işçilere ve sermayeye artık sahip olmadığı bir durumda, kendimize hakların ve görevlerin birbirine karşıt olarak nasıl ayarlanabileceğini sormanın bir anlamı var mı?

Bu sorunun anlamsız olduğu konusunda galiba hepimiz hemfikir olabiliriz. “Silahlar” ve “para” artık Devlet’in kurulması için biraraya getirilemez. Refah Devleti, muhtemelen, emredenlerle itaat edenler arsındaki sözleşmeler tarihinin son dönemini temsil ediyor. (Bu tarih, eğer Machiavelli’ye inanacak olursak, Roma tribünlerinin[3] Cumhuriyet ile birlikte kurdukları “iktidarın ikiliği” içinde doğan bir tarihtir.)

Bugün siyaset bilimi ve anayasal öğreti alanında her şey değişiyor: Eğer bir zamanlar “teba” olanlar, artık krallardan ve işveran sınıflardan daha akıllı ve “silahlı”[4] iseler neden onlarla bir uzlaşma aramaları gereksin?

3. Kurucu Güç Olmayan “Devlet Biçimleri”

Plato’dan Aristo’ya ve bazı değişikliklerle günümüze kadar gelen “devlet biçimleri” kuramı, bize kaçınılmaz olarak diyalektik bir kuram gibi gelmiştir. Birinden ötekine dönüşen, monarşi ve tiranlık, aristokrasi ve oligarşi, demokrasi ve anarşi bu yüzden iktidar döngüsünün geliştiği tek alternatiftir. Kuramın gelişimin belirli bir noktasında Polybius, şüphesiz iyi niyetle, bu biçimlerin alternatifler olmaktan çok, birbirlerini tamamlayan biçimler olarak değerlendirilmesini önerdi. (Burada Polybius, farklı devlet biçimlerinin sadece birbirleriyle karşı karşıya gelmediklerini; ama, aynı zamanda birbirleriyle işleyebileceklerini, hükümetin araçları olabileceklerini göstermek için Roma İmparatorluğu’nun anayasasına atıfta bulunmuştur.) Stalinizmin popüler-demokratik Anayasaları’nın kuramcılarının yanısıra, Amerikan Anayasası’nın kuramcıları bu yüzden memnunlukla kendilerini Polybian olarak tanımladılar! Hukukun Üstünlüğü’nün istismarlarının tümünün mutlulukla içinde yuvarlandığı klasik ve çağdaş anayasacılık, Polybian olmanın ötesinde hiçbir şey değildir! Monarşi, aristokrasi ve demokrasi biraraya geldiğinde en güzel cumhuriyeti oluşturur!

Şöyle bir istisna söz konusudur: (Farklı toplumsal sınıfların, hayvansı bir işlevsellik oluşturmaları için, birarada çalışmalarını gerektirdiği göz önünde bulundurulursa) organik, hareketsiz ve hayvansı bir iktidar anlayışının vurgulandığının verili olduğu bir durumda, devlet biçimlerinin diyalektiğinin sözde bilimsel değeri, en az diğerleri kadar reaksiyoner olan Menenius Agrippus’un benzeri klasik özürlerinin ötesine geçemez. Öyleyse bunun değersiz olduğunu mu yazmalıyız? Belki de. Ama aynı zamanda, bu kuramları bilmenin bir anlamı vardır; çünkü, ne oldukları, yüzyıllar buyunca nasıl süregeldikleri, tarih üzerinde yaratmış oldukları etkiler ve kullandıkları ataletin gündelik etkisi, mistifikasyonun iktidarını hatırlamak için faydalı bir araçtır.

Devlet biçimleri kuramını tersine çevirmekle birlikte, devrimci Marksizmin ideolojisi de, her şeye rağmen, devlet biçimlerinin geçerliliğini onaylar. “Devletin ilgası” nosyonu, pace[5] Lenin, devlet kavramını burjuva kuramındaki haliyle ele alır ve kendini bu gerçeklikle aşırı bir karşıtlık pratiği olarak sunar. Söylediğim şey, tüm kavramların -“ilga” kadar “geçiş”in, “halk demokrasisi” kadar “barışçıl yol”un, “kültürel devrim” kadar “proletarya diktatörlüğü”nün- piç[6] kavramlar olduğudur; çünkü, bunlar devletin bir telakkisince, onun egemenliği ve istibdatınca döllenmişlerdir. Çünkü kendilerini iktidarın ele geçirilmesi ve toplumun dönüştürülmesi ile elde edilmeye çalışılacak gerekli araçlar ve kaçınılmaz süreçler olarak görürler. Devlet biçimleri kuramının mistifike eden diyalektiği, devletin ilgasının negatif diyalektiğine döner: Ama, devlet iktidarının onaylandığı mutlak ve reaksiyoner yöntemdeki kuramsal öz baki kalır. Marx’ın söylediği gibi: “Hep aynı bok.”

Yalnızca aşırılıklarından ötürü kendilerine değer verilen absürd durumların bu billurlaşmasından artık zuhur etme zamanıdır. Kendimize, kuramsal ya da pratik bir bakış açısından, Devlet’in kesif ve korkunç özündeki bu soğrulmadan kaçınan bir durum olup olmadığını sorma zamanıdır. Diğer bir deyişle, Devlet’in anayasasını mekanik olarak kuracakların bakış açısını reddeden, tüm genişliği ve yoğunluğu ile soykütüğünü, kurucu tecrübenin gücünü sağlayacak bir bakış açısı var mıdır? Bu bakış açısı mevcuttur. Bu gündelik isyanın, süregiden direnişin, kurucu gücün bakış açısıdır. Bu siyaset biliminin temeli olarak bir kopma, reddiye ve hayal gücüdür. Bu imkansızlığın, günümüzde “silahlar” ile “para”nın, “silahlı halk” ile çokuluslu burjuvazinin, finans ile üretimin uzlaşmazlığının, imkansızlığının tanınmasıdır. Machiavelliciliği ardımızda bırakırken, Machiavelli’nin de yaşasaydı destekleyeği bir kanıya sahibiz. Artık siyaseti tahakküm bağlamında düşünmekle suçlanmayacağımız bir konuma ulaşmaya başlıyoruz. Diğer bir deyişle, burada tartışılan diyalektiğin mutlak biçimi, birçok farklı biçimiyle tahakkümün gerçek anlamı olarak arabuluculuktur. Bize göre bu tam anlamıyla bir kriz yaşamaktadır. “Devlet biçimleri” kuramlarının ötesinde siyaseten düşünme yolları bulmak zorundayız. Sorunu Machiavellici terimlerle ortaya koymak gerekirse, sormamız gereken şudur: Halkın silahları temelinde ve Hükümdar’ın parası olmadan bir cumhuriyet kurmayı hayal etmek mümkün müdür? Devletin geleceğini sadece popüler “erdem”e emanet etmek, ama aynı zamanda “kader”e tevdi etmemek mümkün müdür?

4. Kitlesel Entellektüellik Şuralarını Kurmak

Gayrimaddi emeğin[7] hegemonik olmaya meylettiği ve üretim güçlerinin örgütlenmesi ile çokuluslu kapitalist kumanda arasındaki yeni ilişki tarafından yaratılan zıddeyetçe belirlenen içine girdiğimiz dönemde, Anayasa sorununun kendisini sunduğu biçim, kitlesel entellektüelliğin bakış açısından, kitlesel entellektüellik Şuralarını kurmanın nasıl mümkün olduğudur.

Sorunu tanımlamak için şu ana dek varsaydığımız koşulları hatırlamakla başlayalım.

Bu koşulların ilki, gayrimaddi emeğin istidatlı hegemonyasından ve bu suretle proletaryanın tekno-bilimsel bilgiyi giderek artan ve esaslı bir biçimde kendine mal etmesinden kaynaklanır. Tekno-bilimsel bilgi, bu temelde artık kitlesel entellektüelliğin bünyesinden soyutlanarak finansal kumandanın mistifike edilmiş bir işlevi olarak sunulamaz.

İkinci koşul, yukarıda atıfta bulunduğum iş hayatı ile toplumsal hayat, toplumsal hayat ile bireysel hayat, üretim ile hayat tarzı arasındaki ayrımların sonundan kaynaklanır. Bu durumda, siyasal olanla iktisadi olan aynı paranın iki ayrı yüzü haline gelir. Sendika ve parti, öncü ve kitle ve benzerleri arasında tüm menfur eskimiş bürokratik ayrımlar tamamen kaybolur gibidir. Siyaset, bilim ve hayat birlikte işler; Gerçek (il reale), öznelliği bu çerçeve içinde yaratır.

Ele alınması gereken üçüncü nokta yukarıda söylenenlerden ortaya çıkar: Bu alanda varolan iktidarın alternatifi, potansiyelin (potenza) olumlu bir şekilde vurgulanması ile kurulur. Devletin tahrip edilmesi, yalnızca idarenin tahsis edilmesi kavramı ile tasavvur edilebilir. Diğer bir deyişle, üretimin toplumsal özünün, toplumsal ve üretken işbirliği anlayışının araçlarının yeniden tahsisi ile tasavvur edilebilir. İdare takviye edilmiş ve finansal kumandanın hizmetine sunulmuş bir servettir. Bizim için bunu, toplumsal emeği idare etmek ve birikmiş gayrimaddi emeğin daha zengin bir yeniden üretimini sağlamak için, dayanışma ve işbirliği içinde ortaya konan bireysel emek tecrübeleri vasıtasıyla yeniden tahsis etmek esastır.

Bu nokta, bundan ötürü kitlesel entellektüellik Şuralarının doğduğu noktadır. Ve bunların ortaya çıkışlarının nesnel koşullarının antagonistik sınıf ilişkisinin tarihsel koşulları ile mükemmel bir şekilde uyum sağladığını tesbit etmek enterasandır. Bu sonraki alanda, yukarıda öne sürdüğüm gibi, anayasal uzlaşma imkanı artık yoktur. Şuralar bu yüzden varolan potansiyeli, işbirliğini ve üretkenliği vurgulayacakları gerçeği ile tanımlanacaktır. Kitlesel entellektüellik Şuraları işin yeni toplumsal örgütlenmesine rasyonellik kazandıracak ve ona evrensel yeterlik verecektir. Şuraların potansiyellerinin ifadesi anayasasız olacaktır.

Kurucu Cumhuriyet bu yüzden yeni bir tür anayasa değildir: Ne Platoncu, ne Aristocu, ne de Polybiandır. Ve belki de artık Machiavellici bile değildir. Devlet’in önünde gelen, Devlet’in dışında olan bir Cumhuriyet’tir. Kurucu Cumhuriyet’in anayasal paradoksu, kurucu sürecin kapanmadığı, devrimin son bulmadığı, anayasal hukuk ile sıradan hukukun tek bir kaynağa atıfta bulunduğu ve tek bir demokratik süreç içinde birlikte geliştikleri gerçeğini barındırır.

İşte sonunda, her şeyin başladığı ve her şeyin meylettiği büyük sorunla karşı karşıyayız: Ayrımcılığı ve eşitsizliği ve bunları yeniden yaratan iktidarı tahrip etme görevi ile. Artık kitlesel entellektüellik Şuraları, devletin dışında, günlük demokrasinin etkin bir iletişimi ve yurttaşların etkileşimini örgütlediği ve aynı zamanda giderek artan bir şekilde özgür ve karmaşık öznellikler yarattığı bir mekanizma kurarak bu görevi üzerine alabilir.

Yukarıdakilerin tümü sadece bir başlangıçtır. Belki de, çok genel ve soyuttur? Kesinlikle. Ama -bu şekliyle- yeni, tarihte gördüğümüz menfur indirgemelerin ötesine geçen bir program olarak, komünizm hakkında yeniden konuşmaya başlamak önemlidir. Ve bunun sadece bir başlangıç olduğu gerçeği, onu daha az gerçekçi kılmaz. Kapitalist gelişmeye karşı mücadele ile kurucu potansiyel ifadenin meydana getirdiği kitlesel entellektüellik ve yeni proletarya, gerçek tarihsel özneler olarak ortaya çıkmaya başlıyor.

Yenilik anı, yeni oluşum, “Angelus Novus”[8] -zamanı geldiğinde- birden belirecek. Bu yüzden bizim kuşağımız yeni bir anayasa inşa edebilir. Şu istisna ile ki, bu bir anayasa olmayacaktır.

Ve belki de bu yeni oluşum halihazırda belirmiştir.


  1. Negri’nin makalesini İngilizce’ye çevirenin kullandığı kelime, “bileşiği meydana getiren, seçme hakkı olan, anayasayı değiştime yetkisi olan” anlamlarına gelen constituenttır.  ↩

  2. Aynı zamanda, “donatması”.  ↩

  3. Tribune: Roma tarihinde, soylulara karşı halkın seçtiği, halkı koruyan sulh hakimi. ↩

  4. Aynı zamanda, “donanımlı”.  ↩

  5. Pace: (Karşı fikirde olan kimseyi ima ederek) izniyle.  ↩

  6. İngilizce metinde, bastard. Aynı zamanda türedi.  ↩

  7. İngilizce metinde, immaterial labour.  ↩

  8. Angelus novus: Yeni Melek. Klee’nin bir tablosu. Walter Benjamin Angelus novus’a Tarih Kavramı Üzerine Tezler’de; Laurie Anderson ise Benjamin’e adadığı The Dream Before adlı şarkısında atıfta bulunur. Walter Benjamin, Pasajlar, çeviren Ahmet Cemal (İstanbul: YKY, 1993), s. 39; Laurie Anderson, Strange Angels, Warner Bross. Records Inc. and WAE International Inc., 1989.  ↩