Güreş Bahane...

Özgür Gökmen
Fotoğraflar: Çağrı Gürbüz

TurkishRakı 6 (2008): 30–35.

–İbraam ağbe, bi şişe rakı daha alcez mi? Alceğsek, alalım Alman usulü.
–Yetsin gari, akşama sarhoş olcen bak.

Bu kadar çok çilingir sofrasını bir arada hiç görmemiştim. Bir kalemde sayıp bitiremeyecek kadar çok. Üstlerine gazete kağıdı serilmiş küçücük masalar, masaların başında taburelere çökmüş dörderli beşerli gruplar... Sofralarda yeşillik, domates, yoğurt, rakı... Ve her sofranın yanıbaşında derme çatma da olsa illa ki bir mangal. Sofraların civarında çalgıcılar. Biri dem tutuyor, diğeri üflüyor...

Aydın, Bozdoğan’dayız. Madranbaba Dağları’nın eteklerinde, müreffeh bir Ege kasabası. Şubat ortasında, güneşli bir gün. Sokaklara asılmış ilanlar bizi mezarlığın hemen altına götürüyor, deve güreşlerinin yapıldığı sahaya. Batı Anadolulu göçerlerin geleneği, son yıllarda yeniden canlanmış. Güz sonuyla bahar başı arasına denk düşen her haftasonu bir başka kasaba şenleniyor. Kuzeyde Çanakkale Çan’dan, güneyde Antalya Kumluca’ya.

Vardığımızda daha ancak gün ortası ya, adım atacak yer kalmamış. Çanakkale’den, Balıkesir’den gelen de var; Denizli, İzmir, Muğla’dan da. Biz meydana daha girmeden, cazgırın sesi uzaktan işitiliyor. Sonradan tüm güreşleri tek tek dolaşan sadece iki cazgır olduğunu öğreneceğiz. Biri baş cazgır, emekli edebiyat öğretmeni. Saatler boyunca o kadar maniyi okuyabilmek için, bir edebiyat bilgisine sahip olmak lazım tabii. Kartında “boğa ve deve güreşleri” yazıyor. Elbette her türlü törenleriniz, okul ve spor kulübü geceleriniz için de kendisine müracaat edebilirsiniz. Adres, Deveciler Lokali, Yenipazar, Aydın. Güreşleri sadece meydanı dolduranlar seyretmiyor. Yeni teknolojiler sağolsun, Fransa’dan bile takip eden var. Cazgır arada yurtdışından gönderilen selamları okuyor. Bozdoğan’daki güreşler, en popüler güreşlerden biri olsa gerek. İstanbul’da askerliğini yaparken kalkıp gelmek isteyip de izin alamayanlar var. Sonradan öğreniyoruz.

Necati Cumalı, Batı Anadolu’nun deve güreşi geleneğini 1980 senesinde yazdığı “Yenilmeyen”de anlatır. Varını yoğunu hiç yenilmeyen devesine yatıran Ege köylüsünün hikâyesini okurken, sadece insanla hayvan arasında kurulan münasebeti, güreşlere atfedilen önemi değil; bölge insanının sevinçlerini, kıskançlıklarını, velhasıl kırsal Ege’nin beşeri coğrafyasının hususiyetlerini de öğreniriz...

Şimdilerdeyse, müsabakalar önemini kaybetmiş sanki. Güreşmek için sahanın etrafında bekleyen o kadar çok deve var ki, çoğu beraberlikle sonuçlanan bir müsabaka, on dakikadan fazla sürmüyor artık. Cazgır daha lafın ortasındayken, sahanın çevresinde bekleyen urgancılar devreye giriyor. Develer birbirinden ayrılıyor. Gelenek yeniden canlanmış ya, artık müsabakalar zamanın ruhuna yenik düşmüş. Gösteri ön planda. Gene de, develer isimlikleri hanutlarında, mağrur mağrur sahayı terkederken, tam benim deve galip gelecekken pat oldu bahanesiyle birbiriyle itişip kakışan deve sahibi çok. O itiş kakış arasında yeni develer güreşe tutuştuğunda, bir başka hareketlilik çilingir sofralarında yaşanıyor. Elde rakı bardağı, kerli ferli adamlar, birbirine bağıyor: “Gördün mü be bizim daylağı, öbürsünü yarım bağladı!”

Asıl güzel olan, güreşleri vesile edip meydanı panayır yerine çeviren insanlar. Ve elbette her haftasonu müsabakaların olduğu kasabaya taşınan panayırcılar... Çocuklar için elle çevrilen bir atlı karınca – sahibi şikayetçi gerçi, hiç iş yapamadım diyor; çilekli pastaya kadar akla gelecek her türlü şekerli nevaleyi satan bir tatlıcı; meyveciler; köfteciler; acıklı ama deve sucukcuları; çalgıcılar; videocular, kamyoncular... Bir de her müsabakanın demirbaşı ful aksesuar giyinmiş nevi şahsına münhasır şahıslar.

Videocular bir alem. Esasen videocular değil de, sattıkları CD’ler. 1980’lerden kalma güreşlerin saatler süren, işlenmemiş, ham kayıtlarını bulabilirsiniz. Bunlarla ne yapacağınız, elbette size kalmış. Kamyoncular, başka bir alem. Bunlar, tabir caizse, gezici meyhane hizmeti veriyor... Kasaların kapakları açılmış, kapaklar alttan kalaslarla desteklenmiş. Kasaların üstünde onar yirmişer plastik masa... Tedariksiz gelenlere çilingir sofraları kiralanıyor. İstersen sadece masa. Rakın, mezen yoksa, o da var. Kamyonların etrafında sanat icra eden çalgıcıların en neşelileri Kemancı Satılmış ve arkadaşları... Selçuk’taki güreşlerde fotoğraf makinasından fellik fellik kaçmışlar. Bu sefer, ısrarla çağırıp poz veriyorlar. “Bize de gönder bu resimlerden,” diyerek. “Mânâsı sizin için farklı, bizim için farklı.” Adres, Kemancı Satılmış, Torbalı, Çaybaşı Beldesi.

Vakit ikindiyi bulduğunda İbraam ağbe haklı çıkıyor. Çilingir sofralarından oynamak için doğrulanlar artık ayakta duramıyor. Batna cila rakının devenin derdine de deva olduğunu sonradan öğreneceğiz. Lifi çekilen devenin, artık o ne demekse, bacağının rakıyla ovulduğuna bir sonraki güreşte, Ödemiş’te tanık oluyoruz.


Güreşlere dokuz gün, sekiz gün, beş gün, üç gün, iki gün kaldı diye sayıldıkça gerilim arttı kasabada. Büyük küçük herkes güreşin sıtmasına tutulmuştu. İğne üstündeydi. Herkes yalnız kalınca yenilgiyi aklına getiriyor, ürküyor, güreş günü evden çıkmamayı ya da kasabadan uzaklaşmayı düşünüyor, karamsarlıktan bunalınca, çınara, anıta doğru yürür buluyordu kendini. Tülü, her gün öğle saatlerinden ikindi namazı dağılıncaya kadar, çınarın altındaki yerindeydi. Güreş günü yaklaştıkça çevresinde toplananlar artıyor, gelenler yürüklendiriyorlardı birbirlerini. Kuşkular dağılıyor, karamsarlığa kapılanlar, ne olursa olsun güreşe gitmeye karar veriyorlardı. Necati Cumalı, “Yenilmeyen”, Susuz Yaz içinde, 18. baskı (İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2006), 113-41, burada 128.