Özgür Gökmen
Toplum ve Bilim 72 (1997): 165-167.
Geneneksel olarak sol (sosyalist ve anarşist) siyasal örgütlenmeler üzerine kaynak eserler ve araştırma sonuçları yayımlayan Uluslararası Toplumsal Tarih Enstitüsü’nün (UTTE), geç dönem Osmanlı İmparatorluğu ve modern Türkiye tarihi üzerine ikinci kitabı. İletişim Yayınları’nca Türkçede de yayımlanan ilk kitabı (Osmanlı İmparatorluğu’nda Sosyalizm ve Milliyetçilik) Mete Tunçay’la birlikte derleyen Zürcher, bir toplumsal tarih çalışması olmasının yanı sıra, emek tarihine de bir katkı olan kitaba yazdığı önsözde, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait tarih yazıcılığının kusurlarına ve bunların ihmal ettikleri hususlara işaret ediyor.
Osmanlı dönemine ait sosyal-ekonomik tarih araştırmaları gelişmekle birlikte, bilhassa işçileri ilgilendiren alanlarda büyük boşluklar içermektedir. Araştırmacıları kaçınılmaz bir şekilde, devlet ya da devletle organik bağları olan örgütler (loncalar, dinsel kurumlar) üzerinde yoğunlaşmaya iten ve bunun sonucu olarak sözü geçen kurumları araştırmaların merkezi nesnesi kılan ulaşılabilir arşiv kaynakları, işçilere bakışımızı da olumsuz bir şekilde belirlemektedir. Devlet ve lonca kayıtları, normatif olmaya meyillidirler ve bu yüzden de olanı değil ama olması gerekeni anlatırlar. İşçiler, karşımıza gündelik halleriyle değil; ancak sorun teşkil ettikleri ya da normları bozdukları zamanki halleriyle çıkarlar. Bunların yanı sıra, bu kaynaklar Osmanlı iktisadında önemli bir yer tutan tüm işçi gruplarını görünmez kılan bir karanlığa terk eder.
Zürcher, Cumhuriyet dönemi tarih araştırmaları gözönünde bulundurulduğunda benzeri durumlarla karşılaşıldığını ifade ediyor. Ama daha önemlisi, bu dönemle ilgili olarak suçlanması gerekenin arşiv malzemesinden çok, tarihçinin bakış açısı olduğunu tespit etmesi. Geleneksel loncalar eski rollerini kaybetmiş olsalar da, Kemalist Cumhuriyet tarihini devletin gözleriyle algılamayı sürdürüyoruz. Bütün uluslar/halklar/bölgeler aynı modernleşme yolundan geçerler (dolayısıyla aynıdırlar); ancak bunlar, tarihin belirli bir alanında kendilerini bu yolun farklı bir aşamasında bulurlar (dolasıyla tam da aynı değildirler). Ve bu ölçütlerle Cumhuriyet dönemine bakan tarihçiler anka’nın külleri arasından dirilip ayağa kalkmasından büyülenmiş bir şekilde, onun kurumsal, kültürel ve ideolojik değişimini; bilhassa da askeri-bürokratik elitinin modernleşme projesini çalışmalarının merkezine koyarlar. Bu modernleşme projesinin, işçilerin ve köylülerin baskı altına alınmaları gibi gündelik birtakım gerçekleri tarihçilerin pek de ilgilerini çeken bir vakıa değildir. Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu (Ankara: TTK, 1993) ile Stanford ve Ezel Shaw’un Reform, Devrim ve Cumhuriyet: Modern Türkiye’nin Doğuşu, 1908-1975 (İstanbul: E, 1983) gibi Türk ulusçuluğunun etkisini ön plana çıkaran ve tarihin belirli bir anında (ideal Batı’ya uzanan!) yolun farklı bir aşamasında bulunan Türkiye’nin tarihini, modernleşme kuramı çerçevesinde ele alan beylik eserler hatırlandığında, Zürcher’in işaret ettiği gerçeklik, herhalde daha iyi anlaşılacaktır. Kitabın amaçlarından biri, bu tür bir tarih yazıcılığına alttakilerin tarihini Thompsoncı bir zihniyetle onların zaviyesinden naklederek karşı koymaktır.
Zürcher, kitabın Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi işçi sınıfından bağımsız olarak, emek tarihinin geleceğine de katkıda bulunmak çabasında olduğunu beyan ediyor. UTTE son dönemde, geleneksel olarak emek tarihçilerinin bakış açısı dışına düşen dönem ve coğrafyaları kapsayan mukayeseli bir araştırma yürüterek “emek tarihinde yeni kavramlar”ı gündeme getirmeyi amaç edinmiş. Enstitü böylece son dönemde yükselen postmodern rölativizme karşı modern emek tarihçilerinin yeni paradigma arayışlarına destek olmak niyeti taşıyor. Kitap ve onu oluşturan seminerin bir amacı da bu zaten.
Quataert de girişte yaklaşık olarak Zürcher’in işaret ettiği hususlara temas etmekle birlikte, özel olarak, seminere katılan ve kitabı teşkil eden makaleleri kaleme alan yazarların kusurlarını ele alıyor. Yazarlar, her ne kadar devlet seçkinlerinin toplumsal hafızadan silmeye çalıştıkları bir tarihi muhafaza etmeyi başarsalar da (ilksel amaçlarına ve tarihi aşağıdan nakletme çabalarına rağmen) paradoksal olarak devlet ve modernleşme kuramına vurgu yapmayı sürdürüyorlar. Quataert çalışmaya başlamadan önce üzerine eğildikleri coğrafi bölgede çoğu işçi sınıfının bilincinden yoksun olması ve işçi örgütlerine üye olmamaları nedeniyle sınıf bilinci meselesinden çok işçiler üzerinde durmaya karar verdiklerini ifade ediyor. Bu mutabakata rağmen yazarların çoğu, örgütsüz, sosyalist olmayan emekle ilgili meselelere yeterince eğilmemişler. Quataert tam da bu bağlamda, bilinçli ve örgütlü işçi örgütlenmelerinin emek tarihinin sonunu teşkil ettiğini kabul ederek, modernleşme paradigmasının izini sürmeye devam ettikleri kanısında. Emek tarihinde ihtiyaç duyulanın, bu tarihi solun tarihinden ayırmak olduğu inancını taşıyor.
Yavuz Selim Karakışla, Osmanlı sınai işçi sınıfının doğuşunu ele aldığı makalesine, Tanzimat’ın ilanının ve hemen öncesinde imzalanan iktisadi anlaşmaların etkilerine temas ederek başlıyor. 1908’i yaptığı dönemlemenin ortasına koyabiliriz. Kurulan örgütlere, işçilerle devletin ilişkilerine, ortaya çıkan yeni sınai sahalarına, 1908 öncesi gayri-müslimlerin işçi örgütlerinde taşıdıkları öneme, 20. yüzyılın başında kurulan sosyalist partilere yer veren makale, tarihsel gelişimi yansıtır niteklikte olsa da Quataert’in ifade ettiği gibi, eylemlikten uzak olan işçilere ve onların hallerine hiç temas etmiyor.
Quataert ve Sherry Vatter, aynı dönemlerde (1850-1912/1914) İmparatorluğun farklı bölgelerindeki işçilerin durumlarına bakıyorlar. Avrupa tarzı, solcu ya da sosyalist hareketlerin var olduğu, gelişmiş bir sanayiye sahip, örgütlü ve bilinçli işçi örgütlerini barındıran Selanik ile tekstil sahasında çalışan militan işçileri barındıran Şam’ın durumunu karşılaştırmak oldukça ilgili çekici.
Feroz Ahmad, çoğunlukla ilk el kaynakları kullanarak Cumhuriyet döneminde işçi sınıfının bilincinin gelişime ışık tutuyor. Osmanlı’nın son dönemlerinde emek sahasındaki ayrımların etnik temelde gerçekleştiğine, 1917 Devrimi’nin etkilerine 1923 İktisat Kongresi’nde işçilere tanınan role yer verdikten sonra Kemalizm’in sosyalizme karşı takındığı tavrı irdeliyor. Sınıf bilincinin gelişiminde önem atfettiği iki husus, ücretli emek gücünün toplam emek gücüne nazaran azlığı ve terminoloji sorunu. Kullandığı kaynakların künyelerinde birtakım kusurlar olsa da (Topçuoğlu yerine Topaloğlu adını vermesi, aylık yayımlanan Ayın Tarihi’ne 1930-1931 tarihleri ile atıfta bulunması), makalesinin, Serbest Cumhuriyet Fırkası’na yönelen işçi desteğinden sonra korporatizmin kurumsallaşmasını ele aldığı kısmı oldukça fikir açıcı.
Erdal Yavuz’un Cumhuriyet’in kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı’na kadar geçen dönemde sınai işgücüne bakan makalesi ile Mehmet Şehmus Güzel’in savaş döneminde sermaye ve emek ilişkilerini inceleyen makalesi birbirini tamamlar nitelikte. Küreselleşme ve kapitalizmin yeninden yapılanması döneminde istihdamın değişen koşullarını ele alan bir Çağlar Keyder sonsözüyle biten kitap, 20 sayfalık bibliyografyası ile de emek tarihi çalışanlar için önemli bir kaynak.